Bekir BAŞYURT

Bekir BAŞYURT

Mail: bekirbasyurt@hotmail.com

Bağımsızlık Timsali; Cami-i Kebir "Fetih" (Ayasofia) Camii

"Her mana, her hikmet Ayasofia' ya bağlı!" diyen Necip Fazıl'ın dediği gibi Ayasofia'nın yeniden camii olması neden çok önemli?..

Ayasofya kubbesi altında ne zaman Müslümanlar namaz kılacak?” sorusuysa, muğlaklığını koruyor.   Fatih Sultan Mehmet’in “Bu vakıfları eksiltmek, fonksiyonlarını ortadan kaldırmak helal değildir!” sözüyle miras bıraktığı Ayasofya’da bu vasiyetin gereği ne zaman yerine getirilerek Ayasofia yeniden camii olacak? Müslüman bir ülkede 1935'den beri 85 yıldır buna mani ne olabilir ki, tekrar camii olamıyor?

Fatih Sultan Mehmet Konstantinapolis surlarını geçmesinin ardından Ayasofya’ya sığınanların can ve mal emniyetinden emin olmalarını temin ederek en başta Konstantinapolis halkının gönüllerini "feth" etmiştir… İslam bir zorlama değil; bir merhamet ve hoşgörü dinidir ki,  bir kültürler mozaiği olan Anadolu’nun bu Hristiyan, ehli kitap Roma halkı tarafından da benimsersek yeni bir din olarak kabul edilmiştir. Çoğumuzun atası, aslında hidayete eren birer Romalıdır. Roma İmparatorluğu bizim Osmanlı gibi bir geçmişimizdir. Bazı tarihçilere göre de Osmanlı Roma İmparatorluğunun fiziki devamıdır..

Osmanlı ordusu şehre girince yerli halkı şaşkınlık ve perişanlık sarmıştı. Bilinçsizce sağa-sola koşuşturanlar, kaçıp kurtulmak için limanlardaki gemilere binmeye çalışanlar, surların üzerinden atlayarak intihar edenler bile vardı. Fakat halkın büyük bir kısmı, kurtuluşun en büyük katedrale sığınmakla gerçekleşeceğine inandığından Ayasofya’ya doluşmuştu.

1400 yıllık muhteşem mabedin önüne gelince atından inen genç Fatih, korku ile sıkıca kapanan bu büyük katedralin kapılarını asker marifetiyle açtırdı. Padişah kadın, erkek, çoluk-çocuk binlerce kişinin içeriye doluşmuş olduğunu gördü. Halk ve papazlar, ağlayarak yerlere kapandılar. Padişah, karşısında eğilen kalabalığın önünde bulunan Ortodoks patriğine ve halka;

“Kalkınız! Ben Sultan Mehmet;  sana, emsallerine ve bütün halka söylüyorum ki; bugünden itibaren artık ne hayatınız ve ne de hürriyetiniz hususunda benim gazabımdan korkmayınız!”  diye meşhur fermanını buyurdu. Daha sonra Ayasofya’da dile getirdiği "bütün sanat ve ticaret erbabı ile halkın, can, mal, din ve mezhep yönünden hür olduklarını ilan eden" konuşmasını ferman ile yazıya döküp mühür bastı.

Dünya mimarlık tarihinin eşsiz eserlerinden, İstanbul’un alametifarikası bu mabet, son demlerini yaşayan bir imparatorluğun bütün yoksulluğunu temsil edercesine İstanbul fethedildiğinde harap idi. Hatta devrin tarihçisi Tursun Bey Fatih Sultan Mehmed’in bu durum karşısındaki üzüntüsünü;

 

“Örümcek Kisrâ’nın penceresinde perdedarlık yapıyor. Baykuş Efrasyab’ın kalesinde nevbet vuruyor” beytiyle anlattığını nakledecekti.

İşte bu büyük mabet, fetihten sonra hummalı bir çalışmayla günler içinde hazırlanarak, Osmanlı İmparatorluğu’nun yeni başkenti olan bu şehrin, Cuma namazı kılınan ilk camii olacaktı.

O günü Askerî Müze’nin kurucusu Ferik Ahmed Muhtar Paşa Feth-i Celil-i Kostantiniye adlı eserinde şöyle anlatıyordu:

“Fethi müteakip en mühim hadise Ayasofya’da ilk Cuma namazının kılınmasıdır. Mimarlar ve işçiler geceyi gündüze katıp çalışarak Salı günü fetholunan şehrin en büyük kilisesinde cumaya kadar lüzumlu tadilatı yaptıktan sonra Padişah, emirleri, mücahitleri, gazileri ve büyük bir alay ve erkânla gelip içeri adımını atar atmaz, mabedin içinde ilahî bir gulgule yükseldi, hafızlar okumaya, müezzinler salalara, ezanlara başladılar. Cemaat bir ağızdan tekbir alıyor ve kubbe aksi sedalarla uğulduyordu. Nice dem bu lahutî avaz sürüp gittikten sonra müezzinler,  “İnnallahe ve melaiketihi…”  ayetini yanık seslerle okumaya başlayınca Akşemseddin Hazretleri, Sultan Mehmed Han-ı Sani Hazretleri’nin koltuğuna girip tazim ile müşarünileyh hazretlerini minbere çıkardı. Etrafa nur-i hidayet saçan seyf-i Muhammedî elinde parıl parıl parlıyordu.

 

Hazret-i Fatih minberde yüksek ve mehib bir sesle “Elhamdülillah, Elhamdülillah…” diye hutbe okumaya başlayıp Cenab-ı Mün’im ve Muhsin-i hakikiye teveccüh ile şükür ve mahmedet eylediği zamanda idi ki, camide mevcut bütün gaziler, mücahid-i din-i Mübin, bir acib inbisat, sürur ve zevk ile gaşyolmak derecelerine gelip feryad-ı şadümani ile gözlerinden sel gibi yaşlar dökmeğe başladılar.

Hazret-i Fatih, kaide-i üslub-ı hatib üzre hutbeyi okuyup eda ettikten sonra minberden inerek Akşemseddin Hazretleri’ni imamete geçirip Cuma namazını ol vaktin icabatına göre mücahidin-i din-i Mübin safları önünde ifa eyledi.

Yüzyıllarca Osmanlı İmparatorluğu’nun gözde camilerinden biri olan Ayasofya 1935 yılından bu yana müze. Müze olmadan evvelki hali de yüzyıllar önce, Fatih Sultan Mehmed’i üzen haliyle benzer.

Her fırsatta tarihi yerleri ve müzeleri ziyaret eden Atatürk, 1929 yılında Sultan Ahmet Camii’nin restorasyonunu inceler ve onarımın çabuklaştırılmasını ister. Bu sırada Ayasofya’nın harap halini görür. Avlusu parsellenmiş kahvehane olarak işletilmekte, çatısında güvercinler uçuşmaktadır. 24 Kasım 1934'de bu büyük camii Maarif Vekaleti’ne bağlayarak müze olmasını sağlar ve ‘…Ehli salip artıklarının her devirde tamahın çeken Ayasofya’yı müze yapıp ilim âlemine hediye ediyoruz…’ der.

324-327 yılları arasında yapılan 911 yıl kilise 481 yıl camii olan Ayasofia 1Şubat 1935'den itibaren de artık müzedir.

 

Ayasofya’nın müzeye dönüştürülmesi “müjdesi” Brüksel’de çıkan “Byzantion” dergisinde bir makaleyle anlatılıyor;

“Ayasofya müzesi için yazılan bu yazıda Ayasofya Camii’nin müze haline konduğundan bahsedilmekte ve Türkiye Cumhuriyetinin bu hareketiyle medeniyet severliğini! bir daha bütün dünyaya gösterdiği ilave olunarak Türklerin bu hareketi medeniyet adına takdir edilmektedir.”

Caminin içindeki büyük hat levhalarının sökülmesinin ardından, İstanbul Müzeleri Müdürü Aziz Ogan da İstanbul’da ne kadar Bizans eseri varsa yeni müzenin içine yerleştirileceğini duyuyor. 24 Kasım 1934 tarihinde imzalanan kararnameyle caminin müze oluşu kesinleşir.

Tarihçi Murat Bardakçı, Ayasofya’nın müze statüsünden çıkarılması gerektiğini söyleyerek, kararnamede imzası bulunan Mustafa Kemal Atatürk’ün imzasının kriminal laboratuvarlarda incelenmesi gerektiğini vurguluyor:

“Ayasofya meselesinin zihnimi uzun zamandır kurcalayan bir başka tarafı daha var: Reisicumhur Kemal Atatürk’ün, Ayasofya’nın “müze” hâline getirilmesi hakkında 24 Kasım 1924’te çıkartılan Bakanlar Kurulu Kararnamesi’nin altındaki imzası, daha doğrusu imzanın  “hakiki”  değil,  “sahte”  gibi görünmesi..

Konuya daha önce Prof. Yusuf Halaçoğlu da dikkat çekmişti: Hükümet üyelerinin iki sayfalık kararnamenin son sayfasındaki imzaları gerçektir, yani bakanlar tarafından bizzat atılmışlardır ama bu imzaların hemen üzerinde bulunan  “K. Atatürk” şeklindeki imzada bir tuhaflık vardır!

Zira, Atatürk’ün böyle bir imzasına başka hiçbir belgede tesadüf edilmemiştir, sadece bu kararnamede yer almaktadır, o günlerde çıkartılan diğer kararnamelerde Atatürk’ün görmeye alışık olduğumuz imzası vardır ve Ayasofya Kararnamesi’nin altındaki imza bir başkası tarafından atılmış gibidir!”

Bir diğer tarihçi Prof. Dr. İlber Ortaylı’ysa, bu iddiaları gerçekçi bulmayanlardan:

“Ayasofya’nın müze olmasında Atatürk’ün imzası taklit edildi diyenlerden ciddi bir kriminal rapor görmedim. 1934’te Atatürk’ün başkanlığında toplanan vekiller heyeti Ayasofya’nın müzeye çevrilmesi kararı almıştır.”

1935’te New York Times’ta dile getirilen haliyle, Ayasofya’nın müze oluşu, Batılılar için bir kazanım olarak kabul edilmektedir;

“Ayasofya, bir Hristiyan kilisesi olarak kurulmuştu. Sonradan bir Müslüman camii oldu. Modern düşünceli Türkiye, onu en ünlü müzesi yapmayı tasarladı. (…) Kamal Kur’an’ı istihfafla (küçümseyerek) yere atmış,  kendi heykelini diktirmiş,  fesi ortadan kaldırmış ve kadınların yüzlerindeki o peçeyi yırtmıştır. Sultanların sarayı olan Yıldız köşkü bugün müzedir. O halde sultan(Fatih)ın camii de (Ayasofya) niçin bir müze olmasın?”

Üstelik Ayasofya’nın müze oluşunu “takdir” edenler arasında Adolf Hitler de var;

“Mustafa Kamal'ın din adamlarından kurtulmak konusundaki hızı tarihin en dikkate değer bölümlerinden biridir. 39 tanesini astı, diğerlerini aşağıladı ve İstanbul’daki Ayasofya şimdi bir müze!”

Ayasofya’nın ibadete açılması önündeki engeller, Cumhuriyet tarihinin en büyük tartışmalarından biridir. Ayasofya’nın tapusunda mabedin ismi Cami-i Kebir olarak geçiyor, sahibiyse, Fatih Sultan Mehmed.

Trabzon Ayasofyası’na ait tapu senedinde de eser sahibi “Ebulfetih Fatih Sultan Mehmet Vakfı” olarak yine Fatih Sultan Mehmed.

Ayasofya’nın ibadete açılmasını isteyenlerin en önemli dayanaklarından biri de bu:  Söz konusu kararnamelerin Fatih’in vakfiyesi olan Ayasofya’nın "vakfiye şartları" ile bağlı olduğu ve hukuken bu müze olma kararının hükümsüz olduğu savı, özellikle son yıllarda daha güçlü ifade ediliyor.

Vakıf hukuku açısından kararnamenin hükümsüz olduğunu savunanlar, hukuka aykırı kararların Yunanistan’a jest için alındığını ve 1930’lardaki siyasal iklim içinde alınan bu kararın günümüzde artık geçerli olmadığını da vurguluyorlar.

Ayasofya üzerinde hak iddia eden Yunanistan konusunda ise Prof. Dr. Mim Kemal Öke, yaşananları fanatizme bağlıyor;

“Tuhaf bir şey. Allah’ın kelamıdır bu,  İslam’da kazanan fethettiği kentin en büyük mabedini camiye çevirerek o şehir ve ülkede egemen hükümdar olduğunu ilan eder yani buna niye bu kadar şaşırmışlar? Bu onların ayıbı. Söylenecek bir şey yok. Şaşkınlığımı ifade ediyorum. Anlam veremiyorum tepkilerine. Anlamsız bir şekilde tipik fanatizmleri.”

Oysa Yunanlıların Ayasofya’ya bu saldırısı ilk değil. Mütareke döneminde işgalcilerle beraber hareket eden Yunanlılar Ayasofya’yı tekrar kilise yapmak için harekete geçince, Sultan Vahdettin kendini korumak için bırakılan taburunu Ayasofya’ya göndermiş, camiye çan takmak isteyenlere ateş edilmesi emri vermişti. Taburun başındaki Binbaşı Tevfik Bey de, Ayasofya Camii’ne girmeye teşebbüs edenlere ateş açacağını, durdurmaya muvaffak olamadığı takdirde, "camiiyi dört bir köşesine yerleştirdikleri patlayıcılarla havaya uçuracağını" söylemiştir.

Batı’da oluşan Ayasofya iştahının nedenlerini tarihçi Mustafa Armağan Fossati kardeşlerin restorasyonuna bağlıyor:

“İstanbul’a Beyoğlu’ndaki Rus Sefarethanesi binasını inşa etmek üzere gelmiş bulunan Fossati soyadını taşıyan iki kardeş İtalyan mimara Sultan Abdülmecid tarafından Ayasofya Camii’nin tamiri teklif edilmişti. Bunun üzerine binada Hıristiyanlık dönemine ait mozaiklerin üzerlerine sürülen sıvalar açılmış, alttaki mozaiklerin birer kopyası alındıktan sonra üstü alçı tabakasıyla kaplanarak yeniden kapatılmış ve Ayasofya tamirat sırasında birkaç yıl ibadete kapalı kaldıktan sonra törenle yeniden açılmıştır.

 Fakat uyanık Fossatiler kopyalarını aldıkları mozaikleri bir yayınla bilerek Batı kamuoyuna duyurmuşlar ve yıllar sonra müze yapılmasına gidecek taşları daha o zaman bu yoldan döşemişlerdi. Ne var ki, Fossati kardeşlerin yaptığı bu masum gibi görünen yayınla Ayasofya mozaiklerinin hala berhayat olduğu Batı kamuoyuna bir şekilde hatırlatılmış,  bir başka deyişle ‘Pandora’nın kutusu’ açılmış oldu. Bu da Batı kamuoyunda Ayasofya’nın Müslümanların elinden kurtarılması ümit ve arzusunun kıvılcımlanıp şiddetlenmesine yol açacaktır.”

Fâtih, fetihten sonra kendisine sunulan Bizans servet ve hazinelerinin hepsini reddetmiş; ganimet olarak Ayasofya ile birlikte yedi kiliseyi kabul etmiştir.

Muharebe kazanmış bir İslam Sultanının "Kılıç hakkı" olarak Ayasofia'nın mülk sahibi olan ve bu mabedi Müslümanlara vakfeden Fatih'in bu kendi şahsına münhasır özel vakfını gasp edenlere bedduası;

“Allah’ın yarattıklarından Allah’a ve O’nun rüyetine iman eden, ahirete ve onun heybetine inanan hiçbir kimse için, sultan olsun melik olsun, vezir olsun bey olsun, şevket ve kudret sahibi biri olsun hâkim veya mütegallib (zâlim ve diktatör) olsun, özellikle zâlim ve diktatör idareciler tarafından tayin olunan, fâsid bir tahakküm ve bâtıl bir nezâret ile vakıflara nâzır ve mütevelli olanlar olsun ve kısaca insanlardan hiçbir kimse için, bu vakıfları eksiltmek, bozmak, değiştirmek, tağyir ve tebdil eylemek, vakfı ihmal edip kendi haline bırakmak ve fonksiyonlarını ortadan kaldırmak asla helal değildir!

Kim ki, bozuk teviller, hurafe ve dedikodudan öteye geçmeyen bâtıl gerekçelerle, bu vakfın şartlarından birini değiştirirse veya kanun ve kurallarından birini tağyir ederse; vakfın tebdili ve iptali için gayret gösterirse; vakfın ortadan kalkmasına veya maksadından ve gayesinden başka bir gayeye çevrilmesine kast ederse, vakfın temel hayır müesseselerinden birinin yerine başka bir kurum ikame eylemek (temel müesseselerden birinden taviz vermek) ve vakfın bölümlerinden birine itiraz etmek dilerse veya bu manada yapılacak değişiklik veya itirazlara yardımcı olur yahut yol gösterirse; veya şer’i şerife aykırı olarak vakıfta tasarruf etmeye azm eylerse, mesela şeriata ve vakfiyeye aykırı ferman, berat, tomar veya talik yazarsa veyahut tevliyet hakkı resmi yahut takrir hakkı resmi ve benzeri bir şey talep ederse, kısaca batıl tasarruflardan birini işler yahut bu tür tasarrufları tamamen geçersiz olan yazılı kayıtlara ve defterlere kaydeder ve bu tür haksız işlemlerini yalanlar yumağı olan hesaplarına ilhak ederse, açıkça büyük bir haramı işlemiş olur, günahı gerektiren bir fiili irtikâb eylemiş olur. Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların la’neti üzerlerine olsun. “Ebeddiyyen Cehennemde kalsınlar, onların azapları asla hafifletilmesin ve onlara ebeddiyyen merhamet olunmasın. Kim bunları duyup gördükten sonra değiştirirse, vebali ve günahı bunu değiştirenlerin üzerine olsun. Hiç şüphe yok ki, Allah her şeyi işitir ve her şeyi bilir."

Ayasofya Doğu Roma İmparatorluğu’nun İstanbul’da yapmış olduğu en büyük kilise olup aynı yerde üç kez inşa edilmiştir.

İlk yapıldığında Megale Ekklesia (Büyük Kilise) olarak adlandırılmış, 5. yüzyıldan itibaren ise Ayasofya (Kutsal Bilgelik) olarak tanımlanmıştır. Ayasofya Doğu Roma İmparatorluğu boyunca hükümdarların taç giydiği, başkentin en büyük kilisesi olarak katedral işlevi görmüştür.

Birinci kilise, İmparator Konstantios (337-361) tarafından 360 yılında yapılmıştır. Karısı İmparatoriçe Eudoksia ile İstanbul Patriği İoannes Chrysostomos arasında çıkan anlaşmazlıklar nedeniyle, patriğin sürgüne gönderilmesi üzerine 404 yılında çıkan halk ayaklanması sonucunda yakılıp yıkılmıştır.

İkinci Kilise, İmparator II. Theodosios (408-450) tarafından 415 yılında yeniden inşa ettirilmiştir. Bu yapının, beş nefli, ahşap çatı ile örtülü ve anıtsal bir girişe sahip bazilikal planda olduğu bilinmektedir. Kilise, İmparator Justinianos’un (527–565) 5. saltanat yılında, aristokrat kesimi temsil eden maviler ile esnaf ve tüccar kesimi temsil eden yeşillerin İmparatorluğa karşı birleşmesi sonucunda çıkan ve tarihte “Nika İsyanı” olarak geçen, büyük halk ayaklanması sırasında 13 Ocak 532 yılında yıkılmıştır.

Günümüz Ayasofya’sı İmparator Justinianos (527-565) tarafından dönemin iki önemli mimarı olan Miletos’lu (Milet) İsidoros ile Tralles’li (Aydın) Anthemios’a yaptırılmıştır. Tarihçi Prokopios’un aktardığına göre, 23 Şubat 532 yılında başlayan inşa, 5 yıl gibi kısa bir sürede tamamlanmış ve kilise 27 Aralık 537 yılında törenle ibadete açılmıştır.

Tarihi kaynaklarda, Ayasofya’nın açılış günü İmparator Justinianos’un, mabedin içine girip, “Tanrım bana böyle bir ibadet yeri yapabilme fırsatı sağladığın için şükürler olsun” dedikten sonra, Kudüs’teki Hz. Süleyman Mabedi’ni kastederek “Ey Süleyman seni geçtim” diye bağırdığı geçer.

İmparator Justinianos Ayasofya’nın daha görkemli ve gösterişli olması için, maiyetindeki tüm eyaletlere haber göndererek, en güzel mimari parçaların Ayasofya’da kullanılması için toplatılmasını emretmiştir.

Bu yapıda kullanılan sütun ve mermerler; Aspendos, Ephesos, Baalbek, Tarsus gibi Anadolu ve Suriye’deki antik şehir kalıntılarından getirilmiştir. Yapıdaki beyaz mermerler Marmara Adası’ndan, yeşil somakiler Eğriboz Adası’ndan, pembe mermerler Afyon’dan ve sarı mermerler Kuzey Afrika’dan getirilerek Ayasofya’da kullanılmıştır.

IV. Haçlı Seferi sırasında İstanbul Latinler tarafından 1204- 1261 yılları arasında işgal edilmiş, bu dönemde gerek kent, gerekse Ayasofya yağmalanmıştır. 1261 yılında Doğu Roma kenti tekrar ele geçirdiğinde, Ayasofya’nın oldukça harap durumda olduğu bilinmektedir.

Ayasofya, Fatih Sultan Mehmed’in (1451-1481) 1453’te İstanbul’u fethetmesiyle camiye çevrilmiştir. Fetihten hemen sonra yapı güçlendirilerek en iyi şekilde korunmuş ve Osmanlı Dönemi ilaveleri ile birlikte cami olarak varlığını sürdürmüştür. Yapıldığı tarihten itibaren çeşitli depremlerden zarar gören yapıya, hem Doğu Roma, hem de Osmanlı Döneminde destek amacıyla payandalar yapılmıştır. Mimar Sinan tarafından yapılan minareler ise aynı zamanda yapıda destekleyici payanda işlevi görmektedir. Ayasofya’nın kuzeyine, Fatih Sultan Mehmed Dönemi’nde bir medrese yaptırılmış, her dönemde bakım ve onarım çalışmalarından geçmiştir.

En kapsamlı tamir çalışması Sultan Abdülmecid Dönemi’nde (1839-1861) Fossati tarafından yapılmıştır.  Osmanlı Dönemi’nde, 16. ve 17. yüzyıllarda, Ayasofya’nın içine mihraplar, minber, müezzin mahfilleri, vaaz kürsüsü ve maksureler eklenmiştir. Mihrabın iki yanında bulunan bronz kandiller, Kanuni Sultan Süleyman (1520-1566) tarafından Budin Seferi (1526) dönüşünde camiye hediye edilmiştir. Camide hattat Kadıasker Mustafa İzzet Efendi tarafından yazılan 7.5 mt. çapındaki 8 adet hat levhası vardır. “Allah, Hz. Muhammed, Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin” yazılı bu levhalar İslam âleminin en büyük hat levhaları olarak bilinmektedir.

Yorum Yazın