Bekir BAŞYURT

Bekir BAŞYURT

Mail: bekirbasyurt@hotmail.com

Türk Sinema Tarihimiz...

Atlantik medya ve prodüksiyon şirketinde yapımcı ve yönetmen olarak görev yapan Özkan Karaca, bir zamanlar..Amerikan, Fransız, İtalyan ve Hint sineması ile dünya sinemasının ilk beşinde olarak sıralamaya girebilen Türk sinemasının tarihini yazdı;

 

''Türkiye’ye getirilen ilk filmler Fransa, Almanya ve İtalya’dan geliyordu, Birinci Dünya Harbi’nde yalnız Almanya'dan geldi. Harpten sonra Fransız ve İtalyan filmleri tekrar gelmeye başladı. 1921'den sonra bunlara Amerikan filmleri de eklendi, ama çoğunluğu henüz Avrupa filmleri teşkil ediyordu.

 

1930’dan sonra durum değişmeye başladı. 1935’den sonra gelen Amerikan filmleri piyasanın yarısını kapladı. Diğer yarıda İngiliz, Fransız, Alman ve Rus filmleri vardı. İkinci Dünya Harbi’nde Amerikan filmlerinin nispeti yüzde yetmiş beşe ulaştı. Geriye kalan yüzde yirmi beşlik kısmı Mısır, Hint ve Azeri filmleri teşkil ediyordu.

 

Konulu filmlerin yapımı başlayınca bunların anlaşılmasına yardımcı olmak üzere ara yazılar konuldu. Tabii bunlar çok kısa ve özet halinde olduğu için anlatım da zayıf oluyordu.

 

Sesli film çıkınca bu mahzur ortadan kalktı. Fakat o da hangi dille çevrilmişse o dili bilenler tarafından anlaşılıyor, bilmeyenlere bir şey söylemiyordu. Sonunda çare olarak alt yazı uygulaması başladı 1950’lere kadar devam eden bu durum seslendirme stüdyolarının çoğalması ve dışarıdan gelen bütün filmlerin Türkçeye çevrilmesiyle tarihe karıştı.

 

Girişken bir sinema adamı olan Weinberg, ülkede başka bir sinema kuruluşu olmadığı için belge filmlerin yanı sıra konulu filmlerin de çekilerek halka gösterilmesinin gereği konusunda Enver Paşa'yı ikna ederek gerekli izni aldı ve konulu film çekimi işine girişti.

 

Bunun için İstanbul'da gösteriler sahneleyen Benliyan'ın "Milli Operet" kumpanyasıyla anlaşarak topluluğun repertuarında bulunan "Leblebici Horhor"u çekmeye başladı

Çekimlerin başlamasından bir süre sonra filmin başrol oyuncularından birinin ölmesi üzerine film yarıda kaldı. Weinberg, bu kez de yine aynı kumpanyanın repertuarındaki Moliere'in "Zoraki Nikah" oyunundan uyarlanan "Himmet Ağa'nın İzdivacı" adlı oyununu çekmeye başladı. Bu filmde Benliyan topluluğu oyuncularıyla birlikte Ahmet Fehim, İsmail Galip Arcan, Behzat Butak gibi Türk oyuncular da rol aldı. Ancak çekimler sırasında oyuncuların çoğunun askere çağrılması üzerine yine yarıda kalan bu filmi savaş sona erdikten sonra Weinberg'in yardımcısı Fuat Uzkınay tarafından tamamlanabildi. Böylece Türkiye'de ilk konulu film de çekilmiş oldu.

 

1917'de Almanya'ya yaptığı bir uzmanlaşma yolculuğundan sonra Fuat Uzkınay, gerek görüntü yönetmeni, gerekse belgesel film yönetmeni olarak artık sessiz dönemin faal sinema yapımcısı olmuştur.

 

Merkez Ordu Sinema Dairesi'nin yanı sıra bir başka yarı resmi kurum olan "Müdafaa-i Milliye Cemiyeti"nin sinema çalışmalarını Nurullah Tilgen, Yıldız Dergisi'ndeki "Türk Filmciliği" başlıklı yazı dizisinde;

 

"...Müdafaai Milliye Cemiyeti adıyla kurulmuş olan bir teşekkül şimdiki sağlık müzesinin işgal ettiği binada bir stüdyo kurmuştu. Bu cemiyetin üyelerinden olan Sedat Simavi cemiyetin hep aktüalite filmleri çevirdiğini bunun da gerek maddi gerekse manevi bakımdan pek tatminkâr olmadığını ileri sürerek mevzulu filmler çevrilmesini teklif etti. Teklif cemiyet idare heyetince münasip görülerek Darülbedayi artistlerine "Pençe", "Casus" ve "Alemdar Vak'ası yahut Sultan Selim-i Salis" adlarında mevzulu filmler çevirtilmiştir..." şeklinde ifade etmektedir.

 

Müdafaa-i Milliye Cemiyeti tarafından ilk olarak 1917 yılında Sedat Simavi'nin yönetmenliğini yaptığı "Pençe" ve "Casus" adlı iki film çekildi. Mehmet Rauf'un bir oyunundan uyarlanan ve orijinal metni 1900 yılında yayınlanmış olan "Pençe", oynanmaktan çok okunmaya elverişli bir metin olduğundan teknik bakımdan sahneye bile uyarlanması güç bir eserdi. Hareketsiz ve daha çok diyaloglarla gelişen oyun, filme çekildiğinde de aynı etkiyi yapmıştır.

 

İlk Tarihsel Film Denemesi;  Savaşın son aylarında, Celal Esat Arseven ile Selah Cimcoz'un 1909'da yazdıkları Alemdar Mustafa Paşa ile 3. Selim'in sonunu anlatan "Sultan Selim-i Salis" adlı oyundan esinlenerek "Sultan Selim'i Salis" adlı filmin çekimine başlandı. Bir buçuk ay sonra savaş sona ermiş, Osmanlı Devleti yenilgiye uğrayarak Mondros Mütarekesi'ni imzalamıştı. Bu anlaşmayla birlikte yarı-askeri bir dernek olan "Müdafaa-i Milliye Cemiyeti" de dağılmak zorunda kaldı. Böylelikle ilk tarihsel film denemesinin sonu gelmedi.

 

Mondros Mütarekesi'nin imzalanmasıyla Merkez Ordu Sinema Dairesi ile Müdafaa-i Milliye Cemiyeti'nin elindeki sinema araçları işgal kuvvetlerinin eline geçmemesi için Malul Gaziler Cemiyeti'ne devredildi. Malul Gaziler Cemiyeti’nin ilk iki öykülü uzun filmi 1919 yılı içinde çevrilen "Mürebbiye" ile "Binnaz"dı.

 

Derneğin sinema çalışmalarının başına getirilen ve aynı zamanda kameramanlık da yapan ilk sinema yapımcımız Fuat Uzkınay bu iki filmin yönetmenliğini Ahmet Fehim Efendi'ye vermişti. Ahmet Fehim Efendi, sinemayla bir ilişkisi olmayan ancak, tiyatromuzun kuruluş döneminde büyük hizmetleri olan bir tiyatro yönetmeni ve oyuncusuydu.

 

Ahmet Fehim Efendi ilk olarak, başrollerinden birini de kendisinin oynadığı Hüseyin Rahmi Gürpınar'ın romanı "Mürebbiye"yi çekti. Fehim Efendi'nin bu eseri seçmesinde; Fehim Efendi'nin "Mürebbiye"yi daha önce sahneye koymuş ve oynamış olmasının ve işgal altındaki bir sinemanın istilacılara karşı sessiz direnme amacının olmasının rol oynadığı ileri sürülebilir. Çünkü romanın konusu basın, tiyatro ve sinemanın sansürüne doğrudan doğruya katılmaya başlayan işgal kuvvetlerinin hoş görmeyeceği türdendi. Romana adını veren kadın kahramanın, bir Türk ailesine mürebbiye olarak kapılanan, ailenin bütün erkeklerini birbirine düşüren ahlaksız bir Fransız olması, işgal makamlarınca uzun zaman bu filmin gösterimine izin verilmemesine neden olmuştu. Filmin kahramanı Fransız kadının kişiliğinde işgalcileri yerdiği için "Mürebbiye"nin sinema tarihimizin sansüre uğrayan ilk filmi olduğunu söylenmektedir.

 

Filmin baştan sona; sahne düzeni, dekorlar, oyun, makyaj bakımından tamamıyla tiyatro özelliği taşıdığı, ayrıca "Mürebbiye”ye tiyatro niteliği kazandıran bir başka noktanın da; alıcının son derece fakir ve iğreti tiyatro dekorları içinde baştan sona durağan çalıştırılmış olmasına bağlanmaktadır.

 

Mürebbiye'nin, sessiz direnme niteliği, zamanın bazı tanınmış oyuncularına yer verdiğinden, kolay anlaşılır bir konuya dayandığından ve bu konuyu sade bir şekilde anlattığından dolayı o zamanın koşulları içinde başarılı bir film sayılabileceği belirtilmektedir.

 

Malul Gaziler Cemiyeti'nin çevirdiği ikinci film Yusuf Ziya Ortaç'ın bir oyunundan sinemaya uyarlanan "Binnaz" oldu. Çekim tarihi 1919 olan bu filmin konusu, oyuna adını veren Lale Devri’nin ünlü güzeli Binnaz'la onu elde etmek için birbirleriyle çatışan iki erkek arsındaki ilişki üzerine kurulmuştu. Aşk, kıskançlık, arkadaşlık ve kahramanlık temalarına dayanan filmin yönetmenliğini Ahmet Fehim Efendi ile Fazlı Necip birlikte yapmışlardı. Münif Fehim, oyunu senaryo haline getirmiş ve filmin dekorlarını yapmıştı. Kameramanlığını Fuat Uzkınay'ın yaptığı filmde Matmazel Blanche, Rana Dilberyan, Ekrem Oran, Hüseyin Kemal Gürmen, Rüştü ve Mecdi rolleri paylaşmışlardı.

 

Üç ay içinde Topkapı Sarayı'nda ve Şehzadebaşı Ferah Tiyatrosu'nun sahibi Molla Bey'in konağında çekilen "Binnaz"la ilgili eleştirilerde; sinema tekniği, ışık, kamera kullanımı ve kurgu bakımından epeyce düşük düzeyde bulunduğu, ancak tiyatrovari biçiminde olsa da oyuncuların belirli düzeyde başarı gösterdiği ve saray çevresindeki bahçelerden bazı güzel görüntülerin filmde yer aldığının anlaşıldığı aktarılmaktadır. Ayrıca Binnaz'ın bugün bile tiyatro havasından kurtulmaya çabalayan bir yapıt olarak görülmesi ise Ahmet Fehim'den çok filmin senaryosunu yazan ve sanat yönetmenliğini yapan Münif Fehim'e borçlu olduğu söylenmektedir.

 

Bununla birlikte kuşku götürmeyen bir yön, "Binnaz"ın ilk başarılı gişe yapan, iş filmi oluşudur. 5.000 liraya çıkan bu filmin yalnız İstanbul'da 55.000 lira gelir getirdiği, ayrıca İngiltere'de de 5.000 İngiliz lirası sağlandığı söylenmektedir. 45 dakika süren film, önceki filmlerle kıyaslandığında o yıllar için Binnaz'ın bir çeşit üstün yapım nitelikleri taşıdığı, filmin dış ülkelere; İngiltere'ye bir rivayete göre Amerika'ya bile satıldığı ve 55.000 lira gişe hasılatı topladığı belirtilir.

 

Cemiyetin, film çevirmek için girişilen zahmetli çalışmaların yerine sinema aygıtlarını kiraya vererek para kazanmanın daha yerinde olacağı kararını alması üzerine, kurumun sinema çalışmalarına bir süre ara verilir. Malul Gaziler Cemiyetinden kiralanan aygıtlarla "Tombul Aşığın Dört Sevgilisi" adlı bir sahne eserinin çekilmeye başlandığı ve fakat filmin tamamlanamadığı bilinmektedir.

 

İki yıl sonra 1921'de "Malul Gaziler Cemiyeti’nin çektiği üçüncü film, o zamanki tiyatro seyircisinin bir tiyatro eseri olarak çok beğendiği "Hisse-i Şayia" adlı bir oyunun uyarlamasıdır. Bu oyunda Bican Efendi adlı bir evkaf(vakıf) memurunun çeşitli serüvenleri anlatılmaktadır. Bu filmde yönetmen olan Şadi Fikret Karagözoğlu, bir güldürü tipi olan Bican Efendi'yi daha önce sahnede bir oyuncu olarak başarıyla temsil ettiği için bu tipi bir de sinemada denemek ister.

 

"Bican Efendi Vekilharç" adı ile sinema için tasarlanan yeni bir konuyu senaryolaştırarak

22 dakikalık kısa bir filmde Türk Sineması'nda ilk güldürü tipini oluşturmuş olur. Kameramanlığını Fuat Uzkınay'ın yaptığı bu filmde, Şadi Fikret Karagözoğlu ve eşi Şehper Karagözoğlu, Galip Arcan, Vasfi Rıza Zobu, Behzat Butak ve Nurettin Şefkati gibi oyucular rol almıştır.

 

Ayrıca, filmin başarısı üzerine aynı yıl (1921) yine Bican Efendi tipinin çeşitli serüvenlerini anlatan "Bican Efendi Mektep Hocası" ve "Bican Efendi'nin Rüyası" adlı filmleri çeken Karagözoğlu, hem yönetmenliğini hem de başrol oyunculuğunu yaptığı bu üç kısa filmle, sinema tarihimizde ilk dizi çalışmasını da gerçekleştirmiş olur.

 

Birinci Dünya Savaşı'nın devam ettiği dört yıl içinde gerek "Malul Gaziler Cemiyeti" ve gerekse Müdafaa-i Milliye Cemiyeti bazı kısa filmler de çekmişlerdir. Bunlardan "Boksör Sabri", "Efe Merzak", "Kara Bela", "İstanbul Perisi" adlı filmler çekilmiş, bazı filmlerin çekilmek üzere senaryoları da hazırlattırılmış, fakat bunlar çekilememiştir.

 

Malul Gaziler Cemiyetinde Fehim Efendi ve Karagözoğlu'ndan sonra derneğin rejisörlüğüne getirilen Fazlı Necip'in yönetiminde "Lale Devri", "İstanbul Esrarı", "Binbir Direk Vak'ası" filmlerinin bazı sahneleri çekildikten sonra bırakılmış, "İstanbul Perisi"nin ise bütün sahneleri çekilmiş olmasına karşın montajı yapılamamıştır.

 

Savaş sırasında Türkiye Büyük Millet Meclisi orduları bünyesinde "Ordu Film Çekme Merkezi”nin kurulmasıyla daha önce Malul Gaziler Cemiyeti’ne verilen sinema araçları tekrar geri alınarak çalışmalara başlanmıştır. Bu yıllarda Türk Ordusu'nun kahramanlıklarına sahne olan savaş alanlarını, yaşananları sinemacılar da ordunun peşine düşerek belgelediler ve bu günlere bu filim kayıtları ulaştı.

 

Ordu Film Çekme Merkezi elemanları "İzmir Zaferi", "Dumlupınar Vekayi", "İzmir Nasıl İstirdat Edildi", "İzmir'in İşgali", "İzmir'deki Yunan Fecayi", "İzmir Yanıyor", "Gazi'nin İzmir'e Gelişi ve Karşılanışı" adlı birçok kısa film çektiler. Bir yandan Ordu Film Çekme Merkezi'nin çektiği bu filmler diğer yandan Kemal Film ekibi tarafından yürütülen çalışmalar sonucunda elde edilen ve altın değerindeki film parçaları sonraki yıllarda hem kullanılmış, hem de kurgu filmleri için önemli bir malzeme olarak TSK Ordu Foto Film Merkezi arşivindeki yerini almıştır.

 

Kurtuluş Savaşı'yla ilgili olarak meydana getirilen filmlerin en önemlisi "İstiklal"dir. İlk şekliyle yalnızca Fuat Uzkınay'ın Kemal Film adına çektiği belge filmlerinden meydana getirdiği "İstiklal"in ilk adı "Zafer Yollarında"dır. Zaferden sonra Uzkınay, Film Çekme Merkezi Laboratuar Grup Amirliği'ne atanınca, savaş sırasında Film Çekme Merkezi elemanlarının çektiği belge filmleriyle "Zafer Yollarında" adlı film genişletilir. Savaş telaşıyla sağda solda kalan filmler de araştırılır ve gerçekten de önemli film parçaları ele geçirilir ve bütün bunlar da "Zafer Yollarında"ya eklenir. 1922'de yapımına başlanan "İstiklal", yapılan çeşitli çalışmalar sonunda "Zafer Yollarında" adıyla 1942 yılında son şeklini alır.

 

Osmanlı Devleti 1876–77 Osmanlı-Rus Savaşı’nda hızlı ve beklenmedik bir mağlubiyete uğramış, Batılı ülkelerin tehditleriyle bir anlaşma imzalayan Rusya, geldiği en ileri nokta olan Ayastefanos’a (Yeşilköy) yüksek ve görkemli bir anıt diktirmişti.

 

14 Kasım 1914’de Fuat Uzkınay’ın görüntülediği Ayastefanos’taki Rus Abidesi’nin yıkılması, Türk sinemasının da başlangıcı sayılır!. Merkez Ordu Sinema Dairesi arşivindeki bu film, günümüze ulaşamamıştır. Weinberg’in öğrencisi olan Uzkınay, Birinci Dünya Savaşı’nın çeşitli cephelerinde ordu adına çekimler yapmaya devam etti. Aslında Osmanlı ülkesinde Uzkınay’dan daha önce de sinema çekimleri yapılmıştı. Makedonyalı Yanaki Manaki ve Milton Manaki Kardeşler 1911 senesinde Sultan Reşat’ın Selanik ve Manastır gezilerini filme aldı. Bu filmler günümüze kadar ulaşmıştır. Uzkınay’ın filminin ilk film sayılmasının sebebi Makedonya’nın bugünkü sınırlarımız dışında kalmasıdır.

 

1. Dünya Savaşı içinde, 1915 yılının başında, savaşan tüm Dünya Orduları ile özdeş zamanda Merkez Ordu Sinema Dairesi ni kuran ve Türkiye’de sinemayı bir sanat, bir sanayi ve ticaret olarak başlatan Türk Ordusu olmuştur.

Birinci Dünya Savaşı’nda Türk ordularının başkomutanı Enver Paşa, savaş içinde Almanya’yı ziyaret ettiği sırada Alman ordusunun bir “Ordu Film Dairesi” kurduğunu görünce sinemanın propaganda açısından önemini kavramıştır. Yurda dönünce de ilk işi Türkiye’de hemen bir Ordu Film Dairesi’nin kurulmasını sağlamak olmuştur.

 

Ordu Film Dairesi önceleri belge filmleri çekti. Bunlar savaşla, başkomutanın ve padişahın resmi ve özel yaşamlarıyla ilgili filmlerdi. Kuruluşun başına Türkiyede halka ilk film gösterimini sağlamış olan Sigmund Weinberg getirildi. Sonradan siyasal düşüncelerle bu görevinden uzaklaştırıldı ve yerine yardımcısı olan Fuat Uzkınay getirildi. Türk sinemasının ilk sekiz yılında az sayıda film çekilmiştir. Bu filmler sonrasındaki sinema faaliyetleri de zaten Cumhuriyet dönemine girer. Enver Paşa’nın direktifiyle kurulan Merkez Ordu Sinema Dairesi dışında devletin sinemaya fazla ilgisi yoktur.

 

İttihat ve Terakki Partisi tarafından 1 Şubat 1913’te kurulan, Hürriyet ve İtilâf Partisi tarafından 1 Nisan 1919’da da kapatılan, 1918’den beri Kuva-ı Milliye’nin ve Müdafa-ı Hukûk Cemiyetleri nin öncüsü ve kaynağı olan ve Türk sinemasının ilk konulu filmlerini gerçekleştiren “Milli Müdafaa Cemiyeti’dir. Bu cemiyet Balkan Harbi sırasında Türk Kara Ordusuna yardımcı olmak, sivil halkın yardımlarını orduya ulaştırmak, orduyla halk arasındaki ilişkileri düzenlemek için 1913 yılında kuruldu. “Müdafaa-ı Milliye Cemiyeti” de 1916 yılında sinema çalışmalarına başlamıştır.

 

Cumhuriyet Döneminde Türk Sineması; Cumhuriyetin ilanının ardından ulus bilinci ve onu bir arada tutacak ortak bir kültürel kimlik inşa etmek üzere Batıya yönelen Kemalist modernleşme projesi içinde resim, heykel, tiyatro, opera gibi sanatlar ve mimarlık üretimi, ideolojik mesajları yayma işlevini yüklenmişlerdir. Buna karşın sinema, bu çerçevede kullanılabilecek bir araç olarak görülmemiş, Cumhuriyetin resmî sanat politikası kapsamına girememiştir.

 

1939 yılına kadar Türk sineması için tek adam olan Muhsin Ertuğrul’un filmlerinde Cumhuriyet ideolojisinin temel değerleri ve modernleşme projesi ile uyum görülür. Modernleşme projesinin etkilerinin zayıfladığı 1940’lardan itibaren Batılılaşma her alanda sorgulanmaya başlar. 1940’ların filmlerinde, aşırı Batılılaşmayla gelebilecek özünü kaybetme kaygısı, “Yeşilçam” sinemasına damgasını vuracak olan bir endişenin ilk izleridir.

 

Geç modernleşmeye özgü bir problem olan ulusal kimlik arayışının getirdiği endişe ve arzular, Cumhuriyet otoritesiyle bir süreliğine çözülmüş gibi görünse de, Batı referanslı modern değerler ve halkın geleneksel değerleri yan yana duran ikili bir yapı oluşturarak sürekli çatışma içinde olmuşlardır. Doğulu-Batılı, merkez-merkez dışı, yerel-evrensel gibi karşıt kavramlar çerçevesinde değişik biçimler alan modern-geleneksel çatışması, kültürel ve sanatsal üretimlerin de ana ekseninde yer almıştır.

 

1950’li yıllarda Amerika ile yoğunlaşan ilişkiler çerçevesinde kapitalist pazar yasalarının ülkeye girişi, artan Amerikan hayranlığı ve gelişen tüketim kültürü ile birlikte, ülkenin atmosferine uygun nitelikleriyle Hollywood melodramlarının dönem sinemasını etkilediği görülmektedir. Öte yandan kırsal kesimden büyük kentlere yaşanan göçler, bahsedilen kimlik çatışmalarının özellikle büyük kentlerde daha da belirginleşmesine neden olmuştur. 1948 yılında sinemayı kârlı bir sektör haline getiren vergi indiriminin ardından, film, salon ve seyirci sayısında önemli artışlar yaşanmıştır. Ancak sinemadaki genel finans sıkıntısı, sanatsal kaygı ya da eleştirel bakış yerine, ticari kaygı taşıyan, kısa sürede çekilen düşük maliyetli filmlere yönelmeye neden olmuştur.

 

Diğer yandan ülke genelinde kurulan bölge işletmeciliklerinin halkın isteklerini yapımcıya iletmesi üzerine kurulu olarak Türkiye’ye özgü bir sistem ortaya çıkmıştır. Bu sistemde sinemayı yönlendiren halkın kendisi olmuştur. Resmî ve elit olanın dışında kaldığından sansür mekanizmalarınca pek müdahale görmeyen, piyasa koşullarına bağlı gelişen ve halkın isteklerine göre şekillenen sinema, 1950’lerin kültürel dinamikleriyle birleşerek bir popüler kültür alanı haline gelmiş ve Yeşilçam Sinemasını ortaya çıkarmıştır.

 

Kurtuluş Savaşı Konulu Filmler:

- 1923, Ateşten Gömlek (Muhsin Ertuğrul, Kemal Film)

- 1928, Ankara Postası (Muhsin Ertuğrul, İpek Film)

- 1932, Bir Millet Uyanıyor (Muhsin Ertuğrul, İpek Film)

- 1948, İstiklal Madalyası (Ferdi Tayfur, İpek Film)

- 1949, Vurun Kahpeye (Ömer Lütfi. Akad, Erman Film)

- 1950, Ateşten Gömlek (Vedat Örfi Bengü, Kale Film)

 

Yeşilçam’da Kurtuluş Savaşı filmlerinin formülü de bellidir: Filmcilerin çoğuna göre savaş; İstanbul işgal edilmiş, kurtuluş için çalışmalar başlamış, Anadolu’da Kuvâ-ı Milliye düşmana karşı çıkmış, sonra kurulan düzenli ordu düşmanı yenip İzmir’de denize dökmüştür. Bu fonun üzerine bir aşk hikâyesi monte edilir. Yeşilçam usulü iyi adamlar “Anadolucu”, filmlerde kötü adam rollerine çıkanlar İstanbul Hükûmeti yanlısı olarak perdede görünür, konunun sıkıştığı yerlerde oyuncular yakın plana girip vatan-millet üzerine nutuk çekerek vaziyeti idare eder, gerekli görülen yerlerde bayrak birkaç defa dalgalandırılır, bu arada Atatürk’e ait belge filmleri gösterilerek bol bol alkış toplanır ve film İzmir’de direğe çekilen Türk Bayrağını göstererek sona ererdi.

 

Kurtuluş Savaşı’nın bütün coşkunluğu sürerken çevrilen “Ateşten Gömlek” bir yana bırakılırsa, 1923’ten 1950’ye dek uzanan dönem içinde Kurtuluş Savaşı’nın beyaz perdede pek az yer tutması, yeni kurulan Cumhuriyet’in Yunanistan ile dost geçinmek siyaseti ile ilgilidir. Yunanistan ile Türkiye arasındaki ilişkilerin düzeltilmesi için yapılan çalışmalar, 1930’da Yunanistan ile imzalanan Ankara Antlaşması, 1934’teki ilk Balkan Paktı, Cumhuriyet hükümetlerinin başlangıçtan beri bağlandığı bu iyi komşuluk ve dostluk siyasetinin sıkı bir biçimde sürüp gitmesine yol açtı.

 

Bundan dolayı, geniş halk yığınlarını etki altında bırakacak olan beyaz perdede, iki komşu arasındaki bu acı denemenin anılması istenmiyordu. Bundan dolayıdır ki, 1950’ye dek çevrilen Kurtuluş Savaşı filmleri sayıca az olduğu gibi, çevrildiği vakit de bu olayın ancak belirli yönlerini ortaya koymuştur. Örneğin; 1923-1928 yıllarında hiçbir film ortaklığının bulunmadığı bir süreden sonra İpek Film kurulup Ateşten Gömlek yönetmenine “Ankara Postası”nı çevirttiği vakit, ele yine Kurtuluş Savaşı alınıyor, fakat olaya başka bir yönden yaklaşılmıştır.

Yorum Yazın