Ufuk COŞKUN

Ufuk COŞKUN

Mail: ufukcoskunn@gmail.com

Göbeklitepe’ye Gözümüz Gibi Bakmalıyız

1983 yılında tarlasını süren bir çiftçinin bulduğu oymalı bir taş, tarihi ezberleri altüst edecek cinsten büyük bir keşifti. Çiftçinin başına gelmeyen kalmadı. Çünkü bu güne kadar bize tarih diye yutturulmaya çalışılan masalları tersyüz edecek ciddi bir kırılmaydı bu.

Şanlıurfa il merkezinin 22 km. kadar kuzeydoğusunda Örencik Köyü yakınlarında kalan Göbeklitepe’den bahsediyoruz. 1996 yılında başlayan kazı çalışmaları ilk başta sıradan bir arkeolojik kazı çalışmaları olarak görülmüş ancak zaman ilerledikçe çıkan bulgularla insanı hayrete düşürecek kalıntılara rastlanmıştı. Çünkü ortaya çıkan yapılar, simgeler ve heykeller insanlık tarihi adına bilinen hiçbir gerçekle uyuşmuyordu.

2008 yılında The Guardian Gazetesi “Arkeologları Sersemleten Kazı Alanı” başlığı ile Göbeklitepe’yi haber yaptı. Öyle ki The Guardian, Göbeklitepe’nin Mısır Piramitleri kadar ünlü olacağını yazmıştı. Batı, biraz da paniklemişti.


Peki, bu güne kadar yazılmış olan binlerce kitap ve makaleyi çürütecek kadar mühim olan neydi? Ne bulunmuştu Göbeklitepe’de?

Buna verilecek en kestirme cevap; bulunan her şeyin tam 12 bin yaşında olduğuydu. Bilindiği gibi; felsefe dinlerin doğuşunu kabataslak şöyle tanımladı: Dinler, ilkel insanın tabiat olaylarına bir anlam verememesi ve kendisinden üstün oluşuna karşı çaresiz kalmasıyla birlikte, üstün bir güç olduğuna hükmederek bu doğa olaylarına tapınmaya başlamasıyla birlikte ortaya çıkmıştır.

Ateizim de suda başlayan yaşamın karada devam ederek milyonlarca yıl süren evrimleşmeyle birlikte bugünkü durumu açıklamaktadır. Arkeolojinin de desteklediği kurama göre dinin ortaya çıkışı; insanın sosyalleşerek tarım hayatına geçmesinin bir sonucuydu. Savunulan tarih anlayışına göre taş devrinde insan toplayıcılık ve avcılıkla uğraşan, dağınık gruplar halinde yaşayan, ateşi henüz keşfedememiş, beslenme ve barınma sorunları olan, hayvanları evcilleştirememiş ve onlara üstünlük kuramamış, dini, sanatı, kültürü olmayan ilkel ve sürü halinde yaşayan topluluklardı.  

Uzun yıllar ilköğretim çağı çocukları için sınıflarda tutulması zorunlu olan tarih şeritlerinde insanlığın ilk dönemi “Karanlık Çağ” olarak adlandırılıyor ve böylelikle Kaba Taş, Yontma Taş Çağı olarak tarihin ilk evreleri başlamış oluyordu. Bu dönem insanları yarı hayvan şeklinde tasvir ediliyor ve çocuklara ilk dönem insanların ne kadar vahşi oldukları öğretiliyordu.

Bu yıl bakamadım ama geçen yıl tarih ders kitaplarına göre tarihin ilk döneminde insanlar tam 590.000 yıl boyunca vahşi bir yaşam sürmüşler, çiğ et yemişler, mağaralarda yarı hayvani bir yaşamın parçası olmuşlardı. Bu gene kabul görmüş bilgi dünyanın hemen her yerinde tüm akademi camiasında aynıdır.

Kısacası M.Ö. 9000 yıllarında tarımı öğrenen insanoğlu böylece yerleşik hayata geçmiş yani uygarlığın ilk temellerini atmış, toplu halde yaşamayı öğrenmiş ve şehirler inşa etmeye başlamıştı. Böylelikle dini inanışlar da başlamış ve buna bağlı olarak da tapınaklar, ibadethaneler yapılmaya başlanmıştı. İşte Göbeklitepe’nin keşfine kadar tarih diye bildiğimiz buydu.

Oysa Göbeklitepe’de ortaya çıktı ki bundan 12 bin yıl önce gayet modern bir insan toplumu yaşıyordu ki bulunan o kompleks yapıları yapabilmişti. Dev kayaların ayağa dikilmesiyle oluşturulmuş ve üzeri özenle süslenmiş 8 ile 30 m çaplarında 20 adet tapınakla beraber uzunluğu 3 ile 6 m arasında değişen T biçimindeki heykeller; o dönemde ancak taşları sivriltip bununla kendini koruyacak kadarına gücü yettiğine inanılan taş devri insanının harcı olmasa gerekti.
İlk bilinen uygarlık olan Sümerlerden 7 bin yıl öncesine ait olan bu kalıntıları inceleyen bir National Geograpic araştırmacısı şu cümleyi kuruyordu: O zamanki teknoloji ile bu yapıları inşa etmek; bir çocuğun elindeki taşlarla Empire States’i yapması gibi bir şey.

Taş devri insanının henüz çömlek yapmayı bile bilmediği bir dönemde, günümüz şartlarında bile yapılması güç olan bu tapınakları nasıl yaptığını, mimari bilgisini şehir kuracak kadar nasıl geliştirdiğini ve yine bu yapılarda kullanmış olduğu süslemelerle bu sanat bilgisine nasıl sahip olduğunun sorusu bizlere tek bir gerçeği göstermektedir ki o dönem insanlarında bunları yapacak donanım mevcuttu.

Bütün kuramlarını dinlerin başlangıcının Sümerler olduğu üzerine kuran Muazzez İlmiye Çığ, Gönül Tekin gibi uzmanların tezleri de böylelikle çökmüş oluyordu. Bergson Henri’nin de dediği gibi “Bilimi, sanatı, felsefesi olmayan insan toplulukları geçmişte var olmuştu ama hiçbir zaman dinsiz bir toplum var olmamıştı.”

Bugün TV’lerde İslam dininin esaslarının aslında paganist kültürden kalma bir takım ritüeller olduğuna dair enteresan görüşler ortaya atılıyor. Bir ara Prof. Ahmet Aslan, insanlık tarihinde düşünce üreten tek toplumun Yunanlılar olduğunu öne sürüyordu. Çünkü ona göre sadece Yunanlılara peygamber gönderilmemişti. Bu tür bilim adamları Batı’nın bulup icat ettiği ve yorumladığı bilgi, belge, tablet vs. üzerinden bir kanaat bildirmektedir. Buna mecburlar çünkü arkeoloji alanında hemen hemen tüm bilgi kaynağı Batı’dır.

Oysa Fatır Suresi’nde belirtildiği üzere “Hiçbir ümmet yoktur ki aralarında bir uyarıcı gelip geçmiş olmasın” ayeti, ilk insanın yaratılışıyla beraber vahye tabi tutulduğu ve dünyaya başıboş salınıvermediğini bizlere göstermektedir.  

İnsanların çok tanrılı din anlayışının zamanla evrilerek tanrı inancına dönüştüğü tezi de yine Sümer ve Akadça olarak yazılmış SAG-BA tabletlerinde “Tanrı tektir ve değiştirilemez” sözleriyle çökmektedir. Nihayetinde Sümerlerin erken döneminde “An” isimli tek tanrıya tapınıyor olmaları da tek tanrı inancının daima var olduğunu ama tıpkı cahiliye dönemindeki Araplarda rastladığımız gibi sonradan bozulduğunu göstermektedir.  

Yine Kuran’da Şura Suresi’nde “Dini dosdoğru tutun ve onda ayrılığa düşmeyin diye Nuh’a vahyettiğini sana, İbrahim’e, Musa’ya ve İsa’ya emrettiğini size din kıldı” ayetinde olduğu gibi dinin temeli hiç değişmemişti. Sümer yazıtlarında Kuran’daki benzer ifadelere rastlanması; Kuran’ın Sümerlerden alıntı olduğunu değil aksine ilk insan Âdem Peygamberden itibaren Allah’ın tevhid dininin esaslarının hep aynı olduğunu gösterir.  

Göbeklitepe’de ortaya çıkan buluşlar, semavi dinlerin doğruluğunun da kanıtıdır. Klasik arkeoloji varsayımlarına göre dinlerin ortaya çıkışı önce tarımsal hayatın başlamasıyla değil, tarihi M.Ö. 12 binlere dayanan Göbeklitepe’de olduğu gibi taş devri olarak nitelendirilen dönemde dahi, insanlardaki din inancının var olduğunun göstergesidir.

Göbeklitepe gibi birkaç tane daha önemli yer var. Şimdilik Batı’nın dayattığı tarih tezini çökertecek çok önemli bir merkez konumundadır. Bu bakımdan orayı boş bırakmayacaklardır. Üst düzey korumalı ve Göbeklitepe’ye gözümüz gibi bakmalıyız.

Yorum Yazın