Bekir BAŞYURT

Bekir BAŞYURT

Mail: bekirbasyurt@hotmail.com

Kapağında "İncil" ve "Tevrat" Yazan Kitaplar

Harf devrimi ile batılılar ile yakınlık isnat etmek için, bir Hristiyanlaştırma projesi için, aslında, gerçekte batılıların Eski Ahid ve Yeni Ahid dediği birer haham ve papaz uyduruğu hikâye kitaplarının kapaklarına tüm İslam ülkelerinde halktan saklanarak uygulanan, zamanın 'Gizli İngiliz Mandası' olan dikta rejimi tarafından “Tevrat” ve “İncil” isimleri yazılarak algı operasyonu yapılarak, teslise inanan ve şirk koşan, batılılarda, haşa, Allah’a inanıyor propagandası yapılmıştır.

Bir kitabın kapağında, Tevrat veya İncil ibaresinin olması, onun ALLAH kelamı gerçek Tevrat veya İncil olduğu anlamına gelmez...

Kur’an adından belli, “Kurra”, içinde her şeyi barındıran bir kitaptır…

Peygamber Efendimiz hadisinde; “Peygamber kıssaları anlatılan Kur’an ayetlerinde o peygamberlere inmiş olan ayetlerde mevcuttur” diyor…

Musa kıssası Kur’an ayetlerinde, Hz.Musa'ya inen ayetler yani Tevrat,  İsa kıssası Kur’an ayetlerinde de Hz. İsa'ya inen ayetler yani İncil mevcuttur…

Kur’an her şeye yeter. Bu haham ve papaz hikâye kitaplarını haşa Allah kelamı diye okuyarak, hak bir şeyler aramak, boşa iştigal ve zübüklüktür.

Kurra olan kitap Kur’an da, kendisinden önceki tüm hak kitaplar mevcuttur.

Kur’an, kendisinden önceki hak kitaplar, birer geometrik şifreli olan yazı şekilli ilahi iletişim aracı birer fiziki kitap şeklinde olmasına karşın Kur’an sadece Peygamberimize has bir İlahi iletişim ile, 'Vahiy' denilen direkt Peygamberin beynine inen ayetler ile müteşekkildir.

Kuran, bir kitap değil bir hitaptır…

610 yılından itibaren, peygamberin mevcut yaşamı ile peyderpey 23 senede, ayet ayet tebliğ edilmiştir. Yani Kur’an, yaşanan capcanlı bir hayattır. Bir fiziki harf şifreli kitap değildir.

Kuran, bugünkü bildiğimiz fiziki kitap şeklini ise, belirli safhalardan geçerek Hz. Osman zamanında Arapça harfler ile şifrelenerek, bugünkü bildiğimiz kitap olan Kur’an şeklini almıştır.

Kur’an Arapça da inmemiştir… Peygamberimiz Arap’tır, Arapça konuşarak iletişim kurmuştur.

İnsanlar, beyinlerindeki mevcut verileri, diğer yakınındaki beyinlere aktarmak için iletmek iletişim için soluduğu, akciğerine çektiği havayı, tekrar dışarı ekzost eder iken ciğerden dudağa mevcut organ ve ses teli denilen boğaz kasları ile bu havayı şifreler ve yine ortamdaki havayı kullanarak, ciğerden gelen basınç ile oluşan hava dalgası ile ortamdaki mevcut kulaklara bu şifreli havayı ulaştırarak iletişim kurarlar.

Kulak zarı, tespit ettiği bu titreşimleri elektrik dalgasına çevirir ve sinir denilen, elektrik akımı taşıyıcıları ile bu verileri beyne ulaştırır ve beyin sonuca ulaşır. Etten ve kemikten müteşekkil Allah’ın yarattığı en mükemmel makine olan vücudumuz bu fiziki oluşumlar ile konuşur ve duyar.

Olayın temeli şifreleme ve deşifre etme bilimsel temelidir. Beyin, bu yetisini de yine gözlemleyerek, kulağı ile duyarak, ağzı ile taklit ederek bebeklikten çalışa çalışa en öncede onunla her saniye beraber olan annesinden öğrenir. Bu konuşma faliyetine anadili denilir. Eğer, çocuğa bu yetiyi öğretecek olan anne ve baba kulak zarında sorun olan 'sağır' ise zaten, onlarda çocukluklarında kendi annelerinden sesi tespit edemediklerinden, konuşamazlar bebeklerine de bu kendi kazanamadıkları bu konuşma yetisini aktaramazlar ve çocuk, ağu, ığı ile başladığı bu eğitimi, kulağı ile duyup ağzı ile taklit edemediğinden oda sağlıklı bir kulağı olsa bile konuşma zorluğu çeker veya o da konuşamaz.

Peygamber kendisine gelen beynindeki vahyi çoğunlukla ilk namazda sahabeye ağzı ile konuşarak aktarmıştır. Peygamber de sahabe de Arap’tır. Aralarındaki iletişim dili de Arapçadır. Peygamber ve sahabe Çinli olsa idi Çince, Rus olsa idi Rusça, İngiliz olsa idi İngilizce iletişim kurabilirlerdi. Yani olması gereken olmuş ve Kur’an ayetleri, ayette ifade edildiği gibi “En güzel şekilde iletilsin” diye doğal olarak Arapça ilk ağızdan, Peygamberden, onun ve sahabenin iletişim dili ile nakil edilmiştir.

Arapça bir ulvi değer bir ümmet dili değil. Diğer diller gibi sadece bir iletme aracıdır. Peygamberin, Çinli olması matematik olasılık olarak, en büyük olasılık idi. O zaman Peygamber Çinli sahabelerine de beynindeki ayetleri Çince aktaracak ve ulvi dilimiz, mantık olarak Çince mi olacaktı?

Peygamberimizin yaşamı boyunca kitap şeklinde bir Kur’an olmamıştır..

Gelen ayetler, ilk ağız Peygamber ağzından çıktıktan sonra namazlarda ki bol, bol tekrarlar ile sahabelerin beyninde hıfz edilmiş yani ezberlenmiştir. Hatta, Peygamber sadece bu beyinlerde olması ile yetinmeyerek mevcut kayıt kaynakları papirüs ve derilere 'Yazıcı sahabelere' bu ayetleri kullanılan ortak dil olan Arapça harfler ile notlar halinde, kısım kısım olarak yazdırmıştır. İlk kaynak olan kendisinin 'unutma' konusunda, çok endişe etmiş ama ayet sadece kendi beyninde olan bir yetenek ile 'Unutmayacaksın' diye, onu rahatlatmıştır. Yani, asla Kur’an ayetlerini unutmayan capcanlı bir beyin.

Kur’an, Peygamber zamanında kitap olarak yazılmamış ama en büyük özelliği ile Kur’an yaşanmıştır. Yaşanarak Kur’an canlanmış ve İslam olmuştur…

Peygamberimizin vefatından sonra bol bol cihat eden, Konstantinopolis'in Sur kapılarına kadar dayanıp bir bir şehit olan sahabeler ile, bu hafız sayısı zaman içinde bir elin parmakları kadar kalınca, Hz. Osman, mevcut hafız beyinler ve yazılı Kuran parçalarını toplatarak bugünkü bildiğiniz Kur’an’ı Arapça harfler ile şifreleyerek fiziki olarak Arapça kitap, Kuran'ı bugün ki son şekline getirtmiştir.

Arapça, kutsal değil sadece bir iletme iletişim aracıdır, demiştik..

Peygamber hadisinde; "Ramazan orucu, kurban ve namaz Hz.Adem'den beri tüm peygamberlerde mevcuttu" diyor..

Yani Hz. Adem’de, Hz. Nuh’ta, Hz. Davut’ta, Hz. Musa'da, Hz. İsa'da… 'Ramazan Orucu' tutup, 'Kurban' kesiyor ve 'Namaz' kılıyorlar idi…

Namaz sürgün edildiğimiz bu cinlerin gezeğeninde günün ışık ve karanlık açılarının değiştiği beş vakit de hiç durmadan bize saldıran Kur’an'da en çok tekrar edilen ayet ile uyarıldığımız en büyük düşmanlarımız olan şeytanlara karşı savunulmamız için Allah'a hamd ve yakarış yapmamız için ve günün 'gün-ah' ları ile hastalanan, bedenimizde sıkıntı yaratan asalak şeytanlardan temizlenip, tekrar arınmamız için konuşarak, dinleyerek, fiziki hareketler yaparak yaptığımız çok zorunlu bir “Koruyucu ibadet'tir…”

 

Allah ayetinde “Biz insanı sahipsiz, korumasız bırakmadık” diyor. İnsanın bir mevcut koruyucu aurası ve mevcut koruyucu melekleri vardır. Bu melekler yeme, çıkarma ve cima, bu üç fiil hariç eğer insan Allah’ın yapma, dediği haramı yapmadığı müddetçe helal yaşadığı müddetçe asla o insanı yalnız bırakmazlar. Bu üç fiilde ise makam, gerçek koruyucu olan Allah’a ek talepte bulunulmalıdır. Euzü besmele dediğimiz; "evvelinden, ahirine(bu fiilin başından sonuna) kovulmuş şeytandan Allah’a sığınırım!", talep cümleleri ile ek korunma talep edilir. Talep makamı, Allah(cc) eğer bu talebi kabul etmiş ise bu fiiliyat zamanlarında da, ek olarak korunursunuz yediğinize, içtiğinize ve zürriyetinize Şeytan asla ortak olamaz. Eğer, talepte bulunmaz iseniz. Kendisine bu üç zamanda 'ortak olma' ruhsatı verilen Şeytan, size ortak olur. Allah(cc.) hayır veya şer bir şeye ruhsat vermedikçe asla ve asla o olay gerçekleşemez 'hayır ve şer' yalnız Allah'tandır ve buna, "Kader" denilir.

İnsanın koruyucu aurası ise günlük, küçük haram, günahlar ile zedelenir. Gözü harama bakar, ağzı haram konuşur. Eli üzerinde Allah adı olmayan parayı tutar, gibi hatalar ile bu aura koruma zırhı zamanla, günah yapıla yapıla zayıflar. İşte namazdaki yakarışlar, hamdler ve namazdaki fiziki hareketler ile bu 'koruyucu aura' zırhımız eski haline döner, tekrar kuvvetlenir.

Eğer, çok büyük haram zina, katil olma, çalma gibi büyük haramlar yaptı iseniz, bedeninizde, artık şeytana bir "Kapı" açılır.

Özellikle de karanlıktan aydınlığa geçiş zamanlarında onları kovalayan güneş ışıklarından kaçan şeytanlar bu açık kapılardan, özellikle bu zamanlarda 'Ayakta olmayan, uyuyan bedenlere' girip asalak yaşarlar. Bedenin karanlıklarında sıkıntı, hastalık yaparlar. En büyük emelleri ise kişiyi intihar ettirmektir. Eğer, kişi gözyaşı dolu, samimi bir tövbe ile bu yaptığı haramdan pişmanlık duyduğunu Allah’a yalvararak tövbe eder ve makam olan Allah(cc) bu tövbeyi kabul eder ise ayette dediği gibi “Bu günahların üzeri, yani 'kapı' "örtülür…” Şeytanlara açık bu kapı kapanır ve beden artık emniyette, sağlık içinde olur. Günahlar ise her daim kayıt altındadır. Sadaka ile silinen küçük günahlar hariç. Günahlar silinmez 'Hesap Günü' bu 'kayıt tutulan defterler', açılır ve hesaplar görülür…

Büyük sıkıntılarda en büyük şifa Hac etmektir. Şeytanlar Kâbe merkezli ihram giyme noktalarından oluşan daireye asla ve asla giremezler. Onlara, Kâbe’den nur yayılan bu daireye girmek, haramdır. Bu daireye giren beden şeytanlardan arınır. Tüm hacıların tenleri de bir bebek teni gibi. Saf, temiz ve güzel kokulu olarak, ilk haline döner. Tabi ilk harama kadar!..

Hz. Musa ve Hz. İsa da namaz kılıyorlar idi. Onlar birer İbrani idi ve analarından bebeklikten öğrendikleri dil de İbranice idi. Ve namaz kılan bu peygamberlerde diğer peygamberler gibi kendi ana dilinde namaz kılıyorlar, idi. Yani, Hz. Musa, Hz. İsa, Hz. Süleyman ve Hz. Davut İbranice, Hz. İbrahim Asurice kendi dillerinde namazlarını kılıyorlar idi. Ortada ne Arap ve nede Arapça var idi.

Kutsal olan bir dil yoktur. Dünya’da 200 devlet, 50’ye yakın millet ve 1000’e yakın bu insanların kendi millet olarak aralarında, konuşup, anlaştığı birer 'Ana dili' var. Allah sadece Arapça konuşan kullarının yalvarış ve yakarışlarını değil, kendi lütfu ile yaratıp, ilmi ile bol, bol dil verdiği bu kullarının tüm yakarışlarını, biizniALLAH anlıyor… Sadece, (haşa) Arapçayı anlamıyor…

Peygamber, Habeş Kralı Necaşi’ye sığınan, amcaoğlu Cafer’e Habeş Kralı Necaşi'ye Meryem suresini Arapça, Necaşi’nin anlamadığı bir dil ile okutarak, Necaşi’yi İslam’a davet etmedi. Bir tüccar olan, dil bilen Cafer, Necaşi’nin dili ile Meryem suresini Necaşi’ye okudu ve Necaşi hidayet buldu.

Bir Pers olan, Selman’ı Farisi’ye Peygamber “Git ve halkına anlat!” diye emir verdi. Selman, ülkesinde İslam hakkında bir şey bilmeyen ve Farsça konuşan halkına Arapça ayetler ile 'Elhamdülillahi-irRahman-irRahim'..diye hitap etmedi! Etse neyi, nasıl tebliğ edecek idi!

Yani, bu İngiliz’in Hint Müslümanlarını 500 senedir yöneten Babür Hanlığını sahte ajan Fetöş tipi uyduruk Şıhlar ile yıktığı 300 yıldır ve mandası olan Mısırdaki uyduruk hafızlar ile Kur’an tabiri ile “Ağızda eveleyip, geveleyip, 'makam' vererek” illa Arapça okunan ve Arapça ibadet edilen bir Kur’an ve İslam yoktur.

Uydurulmuş, artık, şekil değiştirilmiş bir hülyamız olan ümmet olma peşinde Arapçada birlik olma saçmalığımızdan vaz geçip, gerçeklere dönmedikçe asla ve asla İslam’ın hiçbir sorununu, maalesef çözemeyeceğiz. Bizde çözemeyince batı o İslam ülkelerindeki, o ülkenin dilini konuşan azınlık gayrimüslümlere bir Fetöş, bir Humeyni gibi gri veya siyah cübbeler giydirerek, hoca, şıh adı altında. İslam’a bol, bol safsatalar sokarak bizi 300 yıldır uyutmaktadırlar.

Allah(cc- Yücelerin Yücesi) uyanıp, gerçek hak yolu olan Peygamberinin yoluna tekrar ulaşmayı biz Müslümanlara nasip etsin!..

Yorum Yazın