Mustafa ALBAYRAK

Mustafa ALBAYRAK

Mail: mustafa@teknikelektrik.com

Mekanın Sahibi Nasıl Geri Geldi?

Libya ile askeri mutabakat antlaşmasını ve asker gönderme tezkeresi kararını nasıl alabildik? Bunu bize yaptıran güç, irade, eylem, nasıl ve neden gerçekleşebildi? Şimdi bunun sebepleri üzerinde duracağız. Gerçekten de Türkiye, 1699 Karlofça Antlaşması ile birlikte Batı karşısındaki mağlubiyet yıllarından ve ezikliğinden kurtuldu mu? Hadi Karlofça kadar eskiye gitmeyelim. Küçük Kaynarca Antlaşması ve 1774 yılı daha mı isabetli olur? Çünkü ilk büyük toprak kaybımız Küçük Kaynarca'yı kabul eden tarihçilerimiz de vardır. Ya da sadece askeri mağlubiyetlerimizi değil ekonomik teslimiyetimizi de simgeleyen, 1838 Baltalimanı Antlaşması’nı mı temel alsak? Ya da bir yıl sonra her şeyin adının konulduğu ve Batı karşısında sadece tam teslimiyetçilik değil, Batıya benzemenin, Batılı olmanın da Türkiye için olmazsa olmaz kabul edildiği, hem siyasi, hem askeri hem de iktisadi olarak tam bir teslimiyetçilik olarak kabul edilen, 1839’daki Tanzimat ilanını mı milat kabul etsek siz karar verin?

Yani nereden baksanız 200 veya 250 senelik bir mağlubiyetler dönemi acaba sona mı eriyordu Libya ile yaptığımız askeri ve siyasi iş birliği antlaşması ile? Türkiye bu gücü nereden alıyordu? Aslında, 1774 yılında başlayan ağır toprak kayıpları, kısım kısım evvela 1936’da Montrö Antlaşması ile boğazların kurtarılması ve 1939 yılında ise Hatay’ın anavatana ilhakı ile durmuş ve artık toprak kaybetme değil topraklarımızdan (En azından en son gasp edilenlerden bir kısmının) geri alınmaya başlanacağının işaretleri verilmişti. Ömrünün dolayısı ile görev süresinin son yıllarında Mustafa Kemal Atatürk'ün bu hususlardaki çabalarını görmezden gelemeyiz. Yine 1. Cumhurbaşkanımızın en yakınlarına söylediği kadarı ile “Şayet ömrü vefa ederse tıpkı Boğazlar ve Hatay mevzularında yaptığı teşebbüslerin aynısını Batı Trakya, Musul ve Kıbrıs (Ege Adaları da dahil) yapacağını” en azından niyetinin bu olduğunu da belirtmemiz lazım. Bu bir hakkın teslimi olsa gerektir. Ancak Gazi'nin 1938 yılında erken denecek bir yaşta vefatı ve peşinden iktidara gelen “Milli Şef” 2’nci Cumhurbaşkanımız İsmet İnönü’nün, bilhassa 2.Dünya Savaşı sonrası ülkemizi, ABD ve yeni kurulan NATO’ya angaje etmesi ve 3. Cumhurbaşkanımız Celal Bayar’ın da onunla paralel gitmesi, Mustafa Kemal Paşa’nın hedeflediği yukarda bahsi geçen milli davalarımızın en azından ertelenmesine (Tabii birkaç on yıl) sebep olmuştur.

İkinci Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün İstiklal Harbi yıllarımızda, nasıl bir Amerikan mandacılığını savunduğunu da unutmamıştık zaten. Demek ki İsmet Paşa, içinde o zaten olan ABD mandacılığını eline fırsat geçtiğinde ancak kullanabilmiş ve Türkiye'yi 2. Dünya Savaşı sonrasında yaptığı girişimlerle (Çok partili hayata geçiş vs. şarttı çünkü) Batı ile tam angajeden öte NATO’nun bir askeri yapmıştı! Türkiye’nin NATO’ya resmi kabulü 1952’de olsa da NATO ve ABD eksenine giriş teşebbüsleri hep 2. Cihan Harbi’nin bitişi olan 1945 sonrası ve tamamen CHP Genel Başkanı, 2.Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ve yine CHP Genel Sekreteri “Moon Tarikatı Türkiye lideri” olduğu bilinen ve cenaze namazını 1996’da Fethullah Gülen’in kıldırdığı Kasım Gülek gerçekleştirmişti. 1950 sonrası Demokrat Parti iktidarları da 2.Cihan Harbi sonrası NATO’ya ve Batı bloğuna adeta Ortodoks nikâhı ile nikâhlanan Türkiye, o gün bugün bu boyunduruktan kurtulamamıştır. Türkiye NATO'ya girdikten sonra tüm NATO ülkelerinde faaliyet gösteren Gladio, ülkemizde de faal olmuş ve her teşebbüsünde bizi en az 20 sene geri atan askeri darbeler dönemi adeta ''Müesses Nizam'' haline gelmiştir. Türkiye, “Dünyanın bir parçası olması” adı altında küresel emperyalizmin adeta gönüllü bir kölesi ve hareket üssü haline gelmiştir.

27 Mayıs 1960’ta, 12 Mart 1971’de, 12 Eylül 1980’de, 28 Şubat 1997’de ve en son 15 Temmuz 2016’daki askeri darbe ve teşebbüsleri hep bu NATO ve Gladio’nun bir eseri olmuştur. Bunlardan sadece bir tanesi hedefine ulaşamamış ve kanlı bir teşebbüs olarak püskürtülmüştür. Hepimizin bildiği gibi 15 Temmuz 2016’daki bu teşebbüs, yüksek siyasi liderin büyük Türk milletini, bu NATO Gladio teşebbüsüne karşı kıyama daveti ile hedefine ulaşamamış ve ilk defa elleri kanlı darbeciler paketlenip yargı önüne çıkarılmışlardır. Gelelim asıl mevzumuza...

Türkiye 1774’den beri toprak kaybeden bir ülkeyken 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı ile ilk defa bir saksı da bir avuç da olsa toprak kazanan hale gelmiştir Kıbrıs’ta. Bunun haricinde hudut emniyetini sağlamak için mecbur kaldığımız ve şimdilik bayrağımızın dalgalandığı Suriye’nin kuzeyindeki dar bir koridoru saymıyoruz. Amacımız burada tabi ki toprak kazanmak değil, ülkemize olan terör tehdidini yerinde bertaraf etmek ve Suriye’nin toprak bütünlüğünü muhafaza etmektir. Yukarıda bahsettiğim Boğazlar ve Hatay kazanımları ise askeri değil diplomatik olarak netice veren hamlelerimizdir. Ülkemizin 200- 250 senelik bir gerileme çöküş dönemine nasıl son verdik? Antalya'nın Kaş ilçesinde balık dahi tutamayan bir halden, tüm Doğu Akdeniz’de petrol ve doğal gaz arayan, bu yolda kıtalararası iş birlikleri yapıp (Libya ile olduğu gibi) küresel şirketlere ve onların emrindeki devletlere kafa tutabilecek düzeye nasıl geldik? ABD, AB ülkeleri hatta ve hatta çok iyi münasebetler içerisinde bulunduğumuz Rusya’nın bile olumsuz reylerine rağmen, bu antlaşmaları yapıp üstüne bir de 108 sene sonra tekrar Libya’ya asker çıkaracak seviyeye nasıl geldik? Bunu özet olarak dört maddede sıralayabilirim. Tabi ki bu dört maddeye ilave olabilecek sebepler olabilir ama dikkat edilirse çok rahat görülecektir ki o ilave olan sebepler de bu dört maddenin en sonda zikredeceğim 4’üncü maddenin içerisine girer. Yani bu dört madde de bilhassa 4.sünde bilhassa ısrarlıyız.

Evet, bunlardan 1’inci maddemiz “Ekonomik güç”. Diyeceksiniz ki “Ya nasıl ekonomi? Şöyle kriz var, böyle sıkıntı var vs.” Geçiniz bunları... Türkiye Cumhuriyeti son 250 senenin ekonomik olarak en güçlü dönemini yaşamaktadır. Bu topraklarda son 250 senedir biz hiçbir zaman ekonomik güce 2002 sonrası kavuşabildiğimiz ve sonrasında günümüze kadar gelen bu seviyeye gelemedik! 2001 yılında batan bankalar ve gecelik yüzde 7500’lere varan faizlerden sonra yurt dışından ithal “Maliye bakanı” getirip İMF’nin TBMM’ye tam 21 tane özel kanun çıkartmasına şahit olmuştuk. Bir ülkenin yasa yapıcısı o ülkenin meclisidir değil mi? Meclis kimlerden müteşekkildir? Tabi ki en son seçimlerde milletin oraya yolladığı vekillerden. Yasayı yani kanunları kim yapar tabii ki o meclisin vekilleri, üyeleri. 2001’de patlayan ekonomik kriz sonucu ABD'den ithal getirttiğimiz maliye bakanı IMF’nin talimatlarını da çantasında getirmiş ve para vermelerinin ön şartı olarak, ülkemizin nasıl idare olunacağı ile alakalı, ilave 21 tane yasayı meclisten adeta ABD’den gelen talimatla çıkarmıştır. Yani 23 Nisan 1920'den beri meclisin duvarında yazan ve her gün gözümüze giren “Hâkimiyet Bila Kaydü Şart Milletindir /Egemenlik Kayıtsız Şartsız Milletindir” sözü adeta boşa çıkarılmıştır. Aksi takdirde para vermeyiz ve emeklinize, memurunuza maaş veremeyecek durumdasınız diye tehdit etmişler ve IMF eliyle faizle devletimize 23 Milyar Dolar para satmışlardır. 1990’lı, 1980’li ,1970’li 1960’lı hatta 1950’li yıllarda hep benzer borçlanmalar ve yurt dışı finans merkezlerine yüksek faizle borçlanmak sureti ile atlatılmıştır. Daha evvelini ise saymıyorum zira o yıllar açlık yokluk savaş vs. yıllarıdır. Normal zamanlarda ki ekonomik durumla kıyas adaletsizlik olur. Bakın Türkiye Cumhuriyeti, hava savunma ihtiyacı olarak ABD’den parası ile “Patriot hava savunma sistemi” almak istiyor ama alamıyor. Devletimiz bu kez ''Madem siz satmıyorsunuz o halde biz de Rusya’dan parası ile S-400 alırız” diyerek, 2,5 milyar dolar ödeyip, Rusya’dan ihtiyacı olan hava savunma sistemini satın alıyor. ABD ve içimizdeki mankurt işbirlikçileri ne kadar feryat etse de Türkiye bunu dinlemiyor ve askeri ihtiyacını, hem de teknolojisi ile birlikte (Daha sonra yerlisini üretebilmek için) ithal ediyor. Bakın 2001 yılında meclisinde yasa çıkartamayan ve İMF’nin şantajına boyun eğen Türkiye’den “Vermezsen verme ben de başka yerden alırım” diyen Türkiye’ye... Bu neyin sayesinde oldu? Tabi ki ekonomik gücünün sayesinde. Bunun en bariz delilini söyleyeyim. Rakamlar yalan söylemez çünkü. Türkiye’nin 2001 yılındaki Gayri Safi Milli Hasılası 230 Milyar dolar iken bugün 800 Milyar dolarlara çıkmıştır. Aslında biz şu anda en az 1,5-2 trilyon dolarları da görebilecektik ekonomimizde ama bu yazının konusu olmayan sebeplerden ötürü bu rakam 800 Milyar dolarlarda kaldı. Yine S-400 alımı sebebi ile Türkiye'ye zımni ambargo uygulayıp parasını ödediği F-35’leri teslim etmeyen ABD’ye anında devletimiz nazire yapıp, “Bize üretici ortağı olduğumuz F-35’leri vermiyorsanız bizde Rusya’dan SU-57 uçaklarından alırız'' demiştir.

Yine enerji açığını gidermek için tüm gelişmiş ülkeler gibi nükleer tesis ve reaktör kurma kararı alabilmektedir. Tabi ki bunların bir bedeli var iktisadi olarak. O da “Para...”

İşte 1. Cihan Harbi'ne girerken benzer sebepler ile Britanya Krallığı tarafından parasını ödediğimiz halde teslim etmedikleri Reşadiye ve Osmaniye gemilerimizin yerine başka muadillerini alamadığımız bir ekonomik seviyede değiliz. Bırakın 1914’ü veya   2. Cihan Harbi’nin açlık ve sefalet dolu yıllarını; 80’li, 90’lı hatta 2001’in Türkiye’si dahi değildir.

Artık anında ya muadilini bulup o ülkeden alabiliyoruz ya da tıpkı gurur kaynağımız İHA, SİHA ve savunma sanayimizdeki niceleri gibi kendimiz üretebiliyoruz. Bunları yapabilme imkânımız da öncelikle ekonomik gücümüzden ileri gelmektedir.

2’nci maddemiz “Muharebe gücü”. Milli müdafaa ve silah sanayimizin yine son 250 -330 yılın en büyük muharebe gücü seviyesine gelmiş olmasıdır. Üstelik bu güç yüzde 70'lere varan oranlarda yerlidir ve millidir. İsrail eline bakan ve bir Heron dahi üretmekten aciz silah sanayimiz, şu anda tank, helikopter, denizaltı, savaş gemisi, insansız hava-kara-deniz araçları,  tüfek vb. küçük silahları yapmış, bununla birlikte neredeyse insansız savaş uçağını üretecek duruma gelmiştir. Bu yerli silah gücü de bizim müstakil hareket edebilmemize ve Doğu Akdeniz’de, Gunbot Diplomasisi yapmamıza izin vermektedir. Unutmayalım ki ekonomik ve muharip gücünüz ne kadar güçlü ve milli ise, o kadar bağımsız hareket edebilirsiniz.

3’üncü maddemiz “Nüfus gücümüz”. Nüfus gücümüz bizleri daha cesur kılmaktadır. Nüfus, çok mühim bir güçtür. Halk arasında geçen “Nüfuz, nüfustan ileri gelir” sözünü hatırlayalım. Yine daha iyi kıyas yapabilmemiz için 1. Cihan Harbi'nden misal verecek olursak; 1914 yılı Kasım ayında, Osmanlı Orduları Başkumandan Vekili (Erkan-ı Umumiye Reisi ve Harbiye Nazırı) Enver Paşa’nın silah altına aldığı asker sayımız 2 milyon 850 bin, genel nüfusumuz da sadece 17 milyon kişiymiş. Hem de milyonlarca km2 topraklarımızda. Müttefikimiz Almanya’nın nüfusu ise 70 milyon civarı idi. Yine Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda yapılan ilk sayımda, nüfusumuz sadece 13 milyon 500 bin kişiymiş. Bugün Almanya 83 milyon, biz ise 82 milyon nüfusa sahibiz. Nereden nereye gelmişiz. Üstelik milyonlarca vatandaşımız da Almanya’da ve Alman vatandaşı olarak gözükmektedir. Bunlar da dâhil değildir. Bugün bir seferberlik emri çıkarsa devletimiz 40 milyona yakın askeri silah altında bulundurabilir. Bizim 1.Cihan Harbi'nde de İstiklal Harbi’mizde de en çok ihtiyaç duyduğumuz parametrelerden biri nüfus idi. Bugün böyle bir meselemiz yok Elhamdülillah. Ama son yıllarda nüfus artış hızımızda bir azalma vardır. Cumhuriyetimizin ilk üç çeyreğinde yaklaşık binde 24 olan nüfus artış hızımız son çeyrekte maalesef binde 12’lere düşmüştür. Sayın Cumhurbaşkanımızın üç çocuk ısrarı bu sebepledir. Zira 2,1 çocuk ortalamasının altına düşmek, nüfusu eksiye götürmektedir. Bu hızı tekrar yakalamamız gerekiyor daha güçlü bir Türkiye için. Evet, geldik dördüncü ve en mühim sebebimize.

4’üncü maddemiz “Yüksek Siyasi Liderlik”. Zira yüksek siyasi liderliğiniz yoksa bu yukardaki üç sebebi de sağlayamazsınız. Etrafında kenetlendiğiniz bir lideriniz yoksa ekonomi ve savunma sanayinde de muvaffak olamazsınız. Türk askeri ve siyasi tarihine baktığımızda ülkemizin, milletimizin en güçlü olduğu zamanlar, yüksek siyasi liderliğe sahip olduğu zamanlardır.

16’ncı asra “Türk asrı” denmesinin sebebi 15’inci yüzyılın sonlarına doğru Fatih Sultan Mehmed’in, 16’ncı yüzyılın başlarından itibaren de Yavuz Sultan Selim ve Kanuni Sultan Süleyman gibi yüksek siyasi liderliği olan devlet yöneticilerinin varlığıdır. İşte nadiren gelen güçlü siyasi liderliklerden biri olan 12.Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan da bu özellikleri bünyesinde barındıran ve son yüzyıl içerisinde gelmiş nadir liderlerimizdendir. Tüm bunlar bir araya geldiği için Türkiye Cumhuriyeti devletimiz, Doğu Akdeniz’de ve Libya’da veya başka kritik yerlerde, kritik anlarda bağımsız kararlar alabilmektedir.

Yalnız Libya için bir özel durum daha vardır. Bunu söylemeden geçemeyeceğim. Bunu 5’inci veya 6’ncı maddeler olarak da ilave edebiliriz. Deniz Kuvvetleri Komutanlığı'mızda gerek muvazzaf (halen vazife başında) ve gerekse emekli olmuş amirallerimizden, kurmay zekaları çok yüksek değerli subaylarımızın, münhasır ekonomik bölge haklarımıza yani “Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi uyarınca bir devletin deniz kaynaklarının araştırılması ve kullanılmasında su ve rüzgar enerjisi de dâhil olmak üzere özel haklara sahip olduğu deniz bölgelerimiz” gerçeğine sahip çıkmalarının da olduğunu söylemek, bu değerli amirallerimizin haklarının verilmesi açısından elzem olduğunu düşünüyorum.

6’ncı olarak da Kıbrıs'taki askeri varlığımız tabii ki. Şayet Kıbrıs’ta askeri varlığımız olmasa bu yeni elde ettiğimiz “Mavi vatanımız” çok daha eksik km2 kalacaktı. İşte tüm sebepleri bir araya getirdiğimizde Libya ile denizden komşuluğumuz sebebi ile yaptığımız askeri siyasi iktisadi işbirliğine nasıl cesaret ettiğimiz ortaya çıkar…

Yorum Yazın