Ufuk COŞKUN

Ufuk COŞKUN

Mail: ufukcoskunn@gmail.com

Tek Parti ve Totaliter Laiklik

Bir önceki yazıda tekke ve zaviyelerin önemine dair bilgiler vermiştik. Devam edelim. Yeni rejim, bin yıllık kültür taşıyıcısı konumundaki bu kurumları revize etmek yerine kapatıyor.

Bilindiği gibi; 1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanunu’nun ilk şekline göre, “Türkiye Devletinin dini, Din-i İslâm’dır.” Bu hüküm Anayasa’dan 11 Nisan 1928 tarih ve 1222 sayılı Kanun’la çıkarılmıştır.

10 Kânûn-u-evvel 1937 tarih ve 3115 sayılı Kanun’la ise Türkiye Devleti’nin nitelikleri arasında “laik” sıfatı sayılmıştır. Bu durumda Anayasa’da din konusunda boşluk laiklik ilkesi ile doldurulmuş olmaktadır.

Tek parti döneminde CHP, laikliği din karşıtlığı biçiminde algılamış ve dini toplumsal hayattan dışlamaya çalışmıştır. Cumhuriyet Halk Partisi’nin 1947 kongresinde kabul ettiği laiklik tanımı bunun tipik bir anlatımını vermektedir: “Laiklik yalnız din ile siyasetin arasında bir alâka kurulmaması değil, sosyal hayatın her yönü ile din arasında bir münasebet kurulmamasıdır.”

Bu, bugün de başta Anayasa Mahkemesi olmak üzere, yüksek yargı tarafından güçlü bir şekilde desteklenen ve sık sık vurgulanan anlayıştır.”

Laiklik esasında yeni bir ulus yaratma aracı olarak devreye sokulan ilkelerin başında gelmektedir. Kısacası pozitivist bilim anlayışı İslam'ın yerine ikame edilerek yeni bir ulus dini yaratılmak istendi.

Aklın, bilimin ve rasyonalizmin dışında olanların değersiz, işe yaramaz, cahil, gerici, yobaz, şeriatçı olarak görülmelerine neden olan bu düşünce yapısı günümüze kadar nakledildi. O yüzdendir ki yıllardır laiklik bahanesiyle bu ülkenin masum dindar insanına durmadan zulmedildi.

Kız ve erkek çocukları en verimli en üretken yıllarında temel insan haklarından mahrum bırakılarak ötekileştirildi, köreltildi hatta terör örgütleriyle ilintili gösterilerek haklarında yasal işlemler başlatıldı.

Cumhuriyet Gazetesi’nin 3.11.1930 tarihli başyazısında ifade edildiği gibi; “Modern devlet tam sözü ile hâkim bir müessesedir. İçilen suya, oturulan yere, tavanın yüksekliğine, pencerenin genişliğine hulasa her şeye karışır.”

Ne yazık ki bu türden bir totaliter laiklik anlayışı bir avuç hastalıklı, marjinal, militan bir kesim oluşturdu. Bugün Diyanet üzerinden estirdikleri fırtına bunun bariz örneklerinden biridir mesela.

O dönem, Tevhidi Tedrisat yasasıyla birlikte devletin aynı zamanda “dini kontrol altında tutma” yönünde bir politika geliştirdiğini de görüyoruz. 677 sayılı Tekke ve Zaviyelerin seddine dair kanunda bu kapsamda değerlendirilmesi gereken bir kanundur. Bu aynı zamanda çok kültürlülüğe ve çoğulculuğa vurulan ağır bir darbedir.

1924 yılından sonra din alanının zayıflatılmasına dönük ilginç uygulamaların devreye girdiğini görüyoruz. Tek parti dönemi boyunca sadece Müslümanlar değil, farklı dini inanışa sahip insanlar da mağdur ediliyor.

Tarihçi Mustafa Armağan, tek parti döneminde inkılâplara en ufak bir direnişe şiddetli bir şekilde karşılık verildiğini söyler. Armağan; 1934’te Cumhuriyet Gazetesi’nde çıkan bir haberden yola çıkarak camilerin ve mescitlerin satılarak gelen paralarla okul yapıldığını, Ankara Spor Kulübü’ne yardımda bulunulduğunu ve cami satışlarından elde edilen paranın bir kısmının da meşhur cumhuriyet balolarının yapıldığı Ankara Palas’ın inşa edilmesinde kullanıldığını, hatta bazı camilerin doğrudan CHP teşkilatına tahsis edildiğini ya da satıldığını söyler.

Örneğin o dönem, Adana’daki Ali Dede Mescidi CHP il binası yapılmış. İstanbul Aksaray’da Kara Mehmed Paşa Camii 1928’de CHP’ye satılmış. İstanbul Küçüksu Camii ise minaresi yıkılarak CHP’ye verilmiş, üstüne de kocaman CHP yazılı bir tabela asılmış.

 Aslında yapılmak istenen;  toplumun tüm renklerinden arındırılarak tek-tipleştirilmesi ön görülüyor. Gerek resmi eğitim, gerekse toplum bazındaki sivil eğitim üzerinde kontrol sağlayan devlet bu yolla “bilgi” ve “inanç” kaynağını tamamen eline almayı başarıyor.

Bir acayip dönemdi;

Örneğin İsmail Hakkı Baltacı, 1928 yılında Vakit Gazetesi’ne yazdığı bir yazıda; “İbadet lisanı Türkçe olmalıdır, mabetlere ayakkabı ile girilebilir. Ayrıca camilerde musiki serbest olmalıdır ve sıralar tesis edilmelidir” gibi fikirleriyle İslamiyet’in millileştirilmesine(!) yönelik çalışmalar yapıyordu.

Reşit Galip ise sadece öğrenci andının yazarı değildi. Bir kesim eğitimcinin önünde saygıyla eğildiği bu zat aynı zamanda “Müslümanlık: Türkün Milli Dini” başlıklı bir çalışma da hazırlamıştı. Ve hafızların eline Arapçadan Fransızcaya ondan da Türkçeye çevrilen Kuran’ları tutuşturmakla meşguldü.

Bunları neden hatırlatıyorum. Çünkü bu düşünce yapısı hâlâ varlığını muhafaza ediyor da ondan. Oysa bugün insanları tek-tipleştirmek mümkün değildir. Bir ülkenin vatandaşlarına zorla bir ideoloji dayatmak yeni dünyanın gerçeklerine aykırıdır.

Bu çağın gerekleriyle örtüşmeyen bir düşünce yapısını zorla dayatmaya kalkan geri kafalı aydınlardan, siyasetçilerden arınmak dileğiyle…

Yorum Yazın