Mustafa ALBAYRAK

Mustafa ALBAYRAK

Mail: mustafa@teknikelektrik.com

Yüksek Siyasi Önderliğe Alışacağız

Sayın Cumhurbaşkanımız tabii ki diplomasinin her türlüsünü denemek adına diyalog kanallarını açık tuttuğunu ifade eden beyanlarda bulunacak ve AB ile öncelikle iyi gelişmelerin yolunu açmayı deneyecektir. Tıpkı 2004’teki Kıbrıs ve 2013-15 arasında ki çözüm süreci çabaları gibi…

Sayın Cumhurbaşkanımızı 18 senedir izledikten sonra çok iyi öğrendiğim bir huyu var. Öncelikle insanları sulha ve suhulete çağırıyor. İyilikle ve merhametle davranıyor. Tıpkı atası Fatih Sultan Mehmet gibi... Uzattığı barış eli, bulunduğu sulh çabaları geri çevrilirse o zaman rahmani yüzünü geri alıp yavuz tarafını sert ve celalli yüzünü ön plana çıkarıyor.

İyi hatırlayalım 2004 yılındaki Kofi Annan planı için gösterdiği çabaları… O zamanlar bugün ittifakta olduğu birçok kesim Sayın Cumhurbaşkanımıza sert muhalefet göstermişlerdi. Açık söylüyorum; Sayın Cumhurbaşkanımız (o dönem Başbakandı) Rumların Kofi Annan planını ret edeceğini çok iyi biliyordu. Fakat Sayın Erdoğan bir şeyi denemek ve ispatlamak mecburiyetinde idi.

Neydi o şey?

''Türkiye uzlaşmayan geçimsiz ve işgalci bir ülke'' imajıydı.

Ülkeler sadece ateşli silahlarla veya savaşarak köşeye sıkıştırılmaz. 1974 yılında yaptığımız çok haklı ve meşru Kıbrıs müdahalemizden sonra bize görünürde kimse savaş açmadı. Lakin uygulanan ambargo ve iç barışımızı dinamitleyen 1980 evveli kardeş kavgası ve anarşi aslında hep bu soğuk savaş sıkıştırmaları idi. Bizi en az 20 yıl geriye götüren 12 Eylül askeri darbesi de bu sürecin hitamı idi. ''Siz şayet Batı dediğimiz 250 yıllık emperyalist bloğun dediğinin dışına çıkarsanız bedelini ödersiniz'' in vücuda gelmiş şekliydi bu süreç.  Ve hitamı Türkiye’nin işgalci ve geçimsiz olduğu iddia ve imajı aslında Birleşmiş Miletlerin şahitliğinde, dünyanın gözünün önünde yerle bir olduğunun ispatı ve beyanı idi.

2004 Kıbrıs referandumları Türk kesimi Rumlarla birlikte tek çatı altında yaşamayı kabul ettiği iradesini gösterirken Sayın Cumhurbaşkanımız dünyanın ve bilhassa Avrupa Birliğinin gözüne bu hakikati sokarken bir taraftan da gelecek zor günler için milli savunma sanayiimiz ve ağır sanayimiz için planlar yapıyordu...

İşte Recep Tayyip Erdoğan’ı diğer liderlerden ayıran, strateji ve taktik ustası olduğunu bize 18 yıldır gösteren hamlelerin ilklerinden biri de bu idi. Diğer bir benzer hamlesi de ''hayatımın riskini alıyorum'' dediği Çözüm Süreci idi. Sayın Erdoğan gerçekten bu süreçte büyük risk almıştı. Hepimizin tahmin ettiği ''Ya bu PKK kuyruğu ve ipi dışarda alçak bir örgüttür! Bunlar bu silahsızlanma palavrasını mutlaka çiğneyecek ve silahlı mücadele tekrar başlayacak'' kanaatimizi siz zannediyor musunuz ki Recep Tayyip Erdoğan bilmiyor veya ön göremiyordu? O da bunu hesap etmişti.

Peki, bile bile neden çözüm sürecine girmişti? Çok basit!

''Devlet Kürt sorununun çözülmesinden yana değil. Şayet PKK ile konuşulsa PKK silah bırakmaya hazır'' imajının izale edilmesi içindi. Çünkü PKK’nın Kürt sorununu çözmek ve Kürt vatandaşlarımızı rahatlatmak, onların demokratik insani ve doğuştan gelen haklarını geri almak için değildi. PKK emperyalizmin içimize saldığı bir fitne ve terör örgütü idi. Türkiye Cumhuriyetinin bazı hükümetleri döneminde eksik ve anti demokratik uygulamalarını bahane ederek sözde bu hakları almak için kurulmuş ve silahlı terör eylemlerinde bulunan alçak bir örgüttü. Fakat ülkemizde en batıcı AB’ci ve Amerikancısından en radikal İslamcısına kadar hepimiz devleti eleştiriyorduk ve ''devlet bu işi sulh ile de halledebilir'' diyorduk.

Recep Tayyip Erdoğan’ın yüksek siyasi liderliği burada da devreye girdi ve önce on yıllardır süren ve Kürt vatandaşlarımızı çok üzmüş ezmiş olan ''ret - inkâr ve asimilasyon'' politikalarına adios diyordu. 2005 yılında Diyarbakır’da yaptığı tarihi konuşma ile startını verdiği bu uzun ve dikenli yol 2012 Aralık ve 2013 Ocak aylarından itibaren Milli İstihbarat Şefimizin, İmralı’da hapis cezasını çeken ve terör örgütünün üzerinde tesiri olduğu muhakkak olan elebaşı ile yaptığı görüşmelerle adeta vücut buluyordu.

Peki, bu alçak örgüt ile görüşme yapmak ve silah bıraktırmaya çalışmakla Türkiye bir şey mi kaybediyordu? Asla! Hatta yıllardır akan kan bir anda bıçak gibi kesilmişti. 2013 Ocak ayından itibaren Terörle mücadele ettiğimiz şehirlerimizde tam 2,5 seneyi bulacak hatta bir ay daha geçecek bir sulh süreci başlamıştı. Tabii ki görüşmeler... Görüşmeler...

2,5 sene kazalar hariç tek bir asker ve tek bir teröristin öldüğünü duymadık. Bu süreci ihanet olarak niteleyenler dahi şu soruya cevap verememişlerdir ki bu çevreler şu an da tekrar ''çözüm süreci'' diye seslenen mırıldanan kesimlerdir.

Evet, Devletimiz ve Milletimiz ne kaybetmişti bu 2,5 sene içerisinde?

-''Efendim 792 asker ve polisimiz şehit oldu''

Ne zaman?

Çözüm sürecinin 22 Temmuz 2015’te Ceylanpınar’da 2 polisimizin şehit edilmesi ile bozulmasından ve Hendek-Çukur savaşının neticelenmesinden evvel verdik bu şehit sayısını.

Peki, biz yani devletimiz çözüm sürecini yapmasaydık terör yok muydu? Şehit vermiyor muyduk? Bu nasıl bir izahat şehitlerimizle alakalı?

Peki, çözüm süreci yokken ve teröristlerle haklı silahlı mücadelemiz sürerken şehit vermiyor muyduk? 2,5 sene şehit vermedik diye bundan rahatsızlık duymak nasıl bir duygu?

İşte bu sürecin PKK terör örgütünce emrinde oldukları emperyalist devletler tarafından bozdurulunca tekrar mücadele başlamıştı. Ama bir fark vardı artık. Kimse devlete ''çözüme yanaşmıyorsun, barışı denemiyor tecrübe etmiyorsun'' diyemiyordu.

Bir şey daha olmuştu bu süreçte; Bölge halkımız yani Kürt vatandaşlarımızın kesif bir halde yaşadıkları şehirlerimiz ''Devletin Şefkat Yüzü'' ile tanışmışlardı. Artık eskiden yapılan hatalar şimdi olmuyor ve ''devlet masum vatandaşı ile teröristi azami derecede tefrik ederek'' mücadelesini sürdürüyordu.

Ne zaman ki Terör örgütü ileri gelen elebaşları ''gerek Kandilden gerekse Avrupa’da üstlendikleri inlerinden'' çözüm sürecini bozduklarını ifade etmeye başladılar, Devlette ona göre daha donanımlı ve Kalekollu silahlı birlikleri ile bu kez kesin netice almak için silahlı mücadeleye yoğunlaştı. Bir de 15 Temmuz hain darbe teşebbüsünü milletimiz Recep Tayyip Erdoğan’ın önderliğinde püskürtünce devletin bağırsaklarında ki urlarda temizlenmeye başlamıştı.

Şimdi tekrar '’aman 2. çözüm sürecini yapalım'' diye dâhili ve harici bedhahlarla ağlamaları bu yüzden. Ama Türk Devlet aklının ben asla o günlere dönmeyeceğine %100 inanıyorum.

Şimdi tüm bunları neden uzun uzun anlattım. Geçen hafta sonu Sayın Cumhurbaşkanımızın ''Özelde Avrupa Birliği genelde ise Batıya uzattığı zeytin dalını daha iyi değerlendirelim'' diye.

İçimizde ki bazı Mankurtlar hemen havalandı ya? ''S-400leri geri verelim ya da depoya kaldıralım. Suriye’den çıkalım ve güneyimizde bir terör koridoruna izin verip Güneydoğumuzu da tehlikeye atalım. Petrol ve Doğal Gaz arama çalışmalarını neticelendirelim. Libya ve Karabağ’a verdiğimiz askeri akıllar ve yardımlardan ricat ederek nüfuz alanlarımızı Antalya’nın Kaş ve İzmir’in Alsancak limanlarında balık tutmaya hapsedelim. Denizler devleti değil de eski Türkiye gibi izole olmuş bir kara devleti olarak içerde birbirimizi yiyelim'' Öylemi?

Hayır!

Asla!

Siz Recep Tayyip Erdoğan ve Türk Devlet aklını daha hiç tanımamışsınız. Biraz yakın tarih okuyun bakalım bu topraklarda 1876-1909 arasında 33 yıl hükümdarlık süren 2.Abdulhamid Han ve 1923-1938 (ki ben bunu 1920 den itibaren alıyorum) 18 sene Cumhurbaşkanlığı yapan Mustafa Kemal Atatürk hariç 18 sene (ki bu en az 2023 te 21 olacaktır 2028 de ise Allah ömür ve sağlık nasip ederse 26 sene olacaktır) liderlik yapan başka bir devlet yöneticimizi duyup okudunuz mu?

Recep Tayyip Erdoğan son 250 senemizde Abdulhamid Han ve Atatürk ile birlikte en pragmatist, en gerçekçi, en stratejik akla sahip Türk Devlet lideri olmuştur. Bunu göremeyenler onu biraz daha izlemeye devam etsinler...

AB ve ABD için daha çok güzel hamleler gelecek. Onlar daha kiminle dans ettiklerini anlamadılar. İçimizde ki Mankurtlar da.

 

Yorum Yazın