Mustafa ARMAĞAN

Mustafa ARMAĞAN

Mail: marmagan1@hotmail.com

Osmanlı Laik miydi?

Osmanlı’da “laiklik” meselesi epeydir sakız ağızlarda. Bu tabirin bir gerçeklik alanını tavsif için değil, ancak bir teşbih gibi kullanılabileceğini düşünüyorum. Aksi halde anakronizme yani tarihin mantığı dışına düşmek kaçınılmaz.

Neden peki?

Osmanlı kroniklerinden Destârî Sâlih Târihi’ni açın, orada Patrona Halil isyanını bastırmak maksadıyla Mukaddes Emanetler odasından Peygamber Efendimiz’in (sav) sancağının meydana çıkarılmış olduğunu, buna karşılık isyancıların ‘sancağa kurşun sıktıklarını’ okuyacaksınız. İlk bakışta irkiliyorsunuz, Sancağ-ı Şerif nasıl olur da kurşunlanır diye. Lakin burada hatırdan çıkarmamanız gereken husus şudur: Kurşun sancağa değil, sancağı kalkan edinerek kendilerini tepelemeye gelen kuvvetlere sıkılmıştır!

Osmanlı’da laikliğin varlığına gösterilen deliller de biraz buna benzer. Kafalarda bir saf laiklik mefhumu var (İlahi olan hiçbir hususu içermeyen, salt dünyevî bir yönetim), bir de saf Kutsal-Şer’î yönetim anlayışı. İşte bu iki saf modelin zihinlerimizdeki kavgasındandır ki, “Osmanlı laik miydi?” tartışması çıkıyor.

Bir doğrudan Şerî hukuk var, bir de Şer’îleştirilmişhukuk. Yani doğrudan dünyevî problemlere inhisar eden ve Kur’an ve Sünnet’te herhangi bir açıklama bulunmayan yahut oradaki açıklamanın problemleri çözmeye yetmediği durumlar karşımıza çıkabilir ve çıkmıştır da. Örfî hukuk bu boşlukları doldurmak maksadıyla zuhur etmiştir.

Michigan üniversitesinde İslam hukuku (fıkıh) ve ilahiyat hocası olan Dr. Sherman Jackson “İslami Seküler” (The Islamic Secular) adlı Oxford Üniversitesi tarafından neşredilen kitabında bahsimize ilginç bir açıklama getirir. Dr. Jackson’a göre İslam'da "seküler" ne dinin dışında ne de onunla rekabet eden bir yapıdır. İslam'daki "din", "şeriat" ile özdeş değildir. Klasik Müslüman hukukçular da şeriatı "İslamî" olanı belirlemenin tek ve kapsayıcı yolu olarak görmezdi. Gerçekte İslam'ın din olarak yetki alanı sınırsızken, Şeriatınki sınırlıdır. Diğer bir deyişle her ne kadar her şey Allah’ın gözetimi altındaysa da, her şey Şeriat veya onun kaynaklarına dayanarak belirlenemez. Devlet politikaları, ekonomi, bilim gibi alanların çeşitli yönleri şeriat ve vahiy kaynaklarından "ayrıştırılmış"tır ama din dışı veya gayri İslamî sayılmamıştır. Şeriatın sınırları ile İslam'ın din olarak sınırları arasındaki asimetri göz önüne alındığında ilkinin dışında kalan her şey ikincisinin dışında kalmaz. Yani bir fikir veya fiil şer'î olmayabilir (şeriat tarafından belirlenmemiş olabilir) ancak İslam dışı veya İslam'a karşı olmak zorunda değildir. Jackson bu kavramı "İslami Seküler" olarak adlandırır.

Bu teorik açıklamadan sonra pratik hayattan bir örnek vereyim izninizle:

Eskiden İslam şehirlerinde dar, dolambaçlı veya çıkmaz sokaklar vardı ve tabii cami ve türbeler hariç hepsi ahşap evlerle kaplıydı. Bu evleri yaptıranlar, şimdilerde kaçak kat çıkanlar gibi, cumbaların boyunu uzatmak suretiyle sokağı yukarıdan iyice daraltırdı. Bu kanuni olmayan uygulamaya Kadılar uzun süre göz yummuştur. Lakin yangın çıkmasını, çıkan yangınların da yayılmasını kolaylaştıran ve söndürülmesini imkânsızlaştıran bu çarpıklığa çeşitli defalar son verilmek istenmiş ama Şer’î yollardan bu işin üstesinden gelinememiştir. Çünkü Şeriat, ferdin müktesep haklarını garanti altına alan bir kurallar zinciri ile yönetimin elini kolunu bağlıyordu. Ama yangınlar sonucunda bazen onlarca mahalle de kül oluyordu.

Şimdi siz zamanın padişahı olsanız nasıl davranırdınız? Yangına alenen davetiye çıkaran bu ahşap cumbaların yıkılmasını mı emrederdiniz yoksa ‘battı balık, yan gider’ deyip işleri kendi haline mi bırakırdınız? Araştırmacı Stefanos Yerasimos şehrin ahşap evlerden müteşekkil semtlerini bir hamlede kül yığınına çeviren yangınlardan sonra padişahların, “kanun hükmünde kararname” diyebileceğimiz fermanları ile bir evden öbürüne ateşin kolayca sıçramasına yol açan ahşap cumbaların yıkılmasını emretmekten başka çare bulamadığından bahseder. Lakin burada yine şehrin belediye başkanı da diyebileceğimiz Kadı Efendi devreye girmekte ve şer’iyye sicillerinden öğrendiğimize göre yukarıdan verilen emri halk lehine olacak şekilde ‘savsaklamaktadır’.

Sebebi basittir: Çünkü “laik” (örfî) hukukun uygulayıcısı da Şeriatın temsilcisi olan Kadı Efendiden başkası değildir! Böylece Şeriat ‘ana yasa’ sıfatıyla büyük ölçüde bu örfî tasarrufların uygulanmasını geciktirmiş, hatta yeri gelmiş, engellemiştir. Nitekim Tanzimat döneminde Nizamiye Mahkemelerinin kurulmasının en büyük sebeplerinden biri budur. Nihayet giderek Şer’î hukukun alanını daraltma girişimleri, onun tepeden inme fermanlara karşı bir savunma duvarı oluşturmasından ileri gelmektedir.

Osmanlı’da Şeriat ile Örfî hukuk arasında böylesine girift bir ilişki olduğunu düşünüyorum. Örfî hukukun ortaya çıkış şartının, bir soruna Şerî hukuk alanında çözüm bulunamaması olduğunu bilmek gerekir. Bulunabildiği zaman zaten sorun yok. Ama ya bulunamıyorsa? Yangın mı, istimlak mi? Siz karar verin.

Bariz bir yanlış anlama da “örf” denildiğinde tarihçilerin Şeriat dışı bir alanı var saymalarıdır. Oysa erbabı bilir ki Şeriatın kaynakları içerisinde “örf” de vardır. Yani Örf, Şeriatın dışında değil, içindedir ve örfî hukuk dahi çoğu durumda Şer’î hukuk tarafından onaylanırsa geçerlilik kazanırdı (kanun hükmünde kararnamenin ancak Mecliste kanunlaştığı zaman kalıcı bir hukukî mahiyet kazandığı gibi).[1]

Özetle hukuk tarihçisi Prof. M. Âkif Aydın’ın belirttiği gibi ehl-i şer’ ve ehl-i örf arasında zaman zaman meydana gelen mücadele ve çekişme “iki hukuk sistemi arasında olmaktan ziyade yürütme ile yargı güçleri arasındadır ve hâkimiyet alanlarını genişletmeye yöneliktir.” Temel mesele de yukarıda yangın örneğinde geçtiği gibi yöneticilerin asayişi, düzeni sağlamak için suçlu saydığı kimselere ağır örfî cezalar verme arzusuna mukabil onu hukuk çizgisine çekmek suretiyle frenlemek isteyen Şeriat ehlinin müdahalesidir. Nitekim Şeyhülislam Ebussuud Efendi kapitülasyonlar tanındığında Osmanlı tebası olmayan gayri Müslimlerin (müste’menlerin) şahitliklerinin kabul edilmesi mevzubahis olunca şöyle demişti:

“Nâmeşrû olan nesneye emr-i sultânî olmaz.”[2]

Yani şeriatın kabul etmediği işte sultanın emri geçerli değildir.

Bu veriler ışığında başlıktaki “Osmanlı laik miydi?” sorusuna siz cevap verin.    

 

[1] Muharrem Midilli, “Klasik Osmanlı hukukundaki Şer´-Örf ayrımına dair modern tartışmalar”, Türkiye Araştırmaları Literatür Dergisi, Cilt 12, Sayı 23, 2014, 33-48.

[2] M. Âkif Aydın, Osmanlı Devleti’nde Hukuk ve Adalet, Klasik Yayınları, İstanbul, 2014, s. 15-31.

Yorum Yazın