Mustafa ARMAĞAN

Mustafa ARMAĞAN

Mail: marmagan1@hotmail.com

Sultan Abdülhamid’in Ab-ı Hayat Formülü Neydi?

Sultan Abdülhamid’in Ab-ı Hayat Formülü Neydi?

Sultan II. Abdülhamid’in özelliklerinden biri de, benzerine kolay rastlanmayan “trimetrik”, yani düzenleyici, nizam kurucu, sistemci bir dehâya malik olmasıydı.

33 yıl süren ve “Avcı Mehmed” diye bildiğimiz Sultan IV. Mehmed’den sonraki en uzun süreli hükümdarlığı sırasında en ağırı 93 Harbi’nde olmak üzere bazı toprak kayıpları yaşanmış olmasına rağmen imparatorluğun geleceğini emanet edeceği Müslüman omurgayı ve İslam âleminin kalbini büyük ölçüde zedelenmeden muhafaza etmeyi başarmıştı.

Lakin Sultanımızın bu insanüstü gayretini ‘koruma’ ve ‘müdafaa’ türünden pasif bir direniş olarak ele almak hakikate haksızlık olur. Koruduklarını kuluçkaya yatırarak, yeni baştan formatlayarak ve yeni bir düzen için sentezleyerek bir daha parçalanmayacak hale getirmek için olağanüstü bir çaba sarf ettiğini ve asıl bugün bizi heyecanlandırması gereken ışıltılı cephesinin bu yapıcı, düzen kurucu ve onarıcı vasfı olduğunu bilmemiz lazım.

Her günü yeni bir macera olan devrinde irili ufaklı binlerce okul açıldığını biliyoruz. Harp Okulu ve Osmanlı ordusu Prusya modeline göre reorganize edildi, yüzlerce hastane tesis edildi, hatta Kuduz Hastanesi gibi ancak bir iki ülkede mevcut bulunan sürpriz hamleler yapıldı, dünyanın (evet, dünyanın) 2 ve 3 numaralı denizaltıları Nordenfelt tezgâhlarında yaptırılıp Taşkızak’ta monte edilerek donanmamıza kazandırıldı vs. Öte yandan “Gidemediğin yer senin değildir” sözüyle meşhur olan Halil Rifat Paşa onun valilerinden biriydi ve bu sözü normalde 42 saat süren Sivas-Ordu karayolunu kayaları barutla infilak ettirerek beş ay içerisinde hizmete açarken işçilerine sarf etmişti.

Demiryolu inşasına verdiği önemi, tarihi 90 yıla indirgemek isteyenleri kızdıracak olsa da, “Osmanlı topraklarını demir ağlarla örmek” formülünde billurlaştırabiliriz. Ne yazık ki, bir kısmı natamam kalan bu muazzam proje İstanbul’dan başlayıp Ankara üzerinden Erzurum’a ulaşacak, Diyarbekir’den geçerek Musul, Bağdat ve Basra körfezine sarkacaktı. Ne var ki Ruslar bu stratejik hamlenin Deli Petro’dan gelen sıcak denizlere inme hedeflerinin önünü kapayacağını gördüler ve bu teşebbüsü savaş sebebi sayacakları notasını verip projeyi durdurdular. Sultan eli kolu bu kadar prangalı iken dahi memlekete bir çivi daha çakmaya çalışıyordu anlayacağınız.

Yine de Ruslara “Gelin, bu projeyi siz yapın” dediyse de, Trans Sibirya demiryolunu yapmakta olduklarını bahane ederek yanaşmadılar. Bunun üzerine Ankara-Erzurum hattı inşa edilemedi; Diyarbekir hattı ise mecburen daha güneyden, Mardin’den geçirildi. (Lozan Antlaşması ile bir kısmı Suriye topraklarında kalmıştır.) Öte yandan diğer hat, Medine’ye ulaşacak Hicaz Demiryolu tek kuruş dış kredi kullanılmadan, kendi emeğimiz, insanımız ve sermayemizle, dünya Müslümanlarının boğazlarından keserek kuruş kuruş toplayıp gönderdiği yardımlarla yapıldığı için Düvel-i Muazzama’yı fena halde kızdıracaktı. Bu Hasta Adam da çok oluyordu!

İstanbul’da yapılması düşünülen Boğaz Köprüsü ve tüp geçit projesinin çizimleri ileri görüşlülüğünün birer numunesi. Bostancı’dan başlayacak çevre yolu aynen bugünkü güzergâhı izleyerek Fatih Sultan Mehmet Köprüsü’ne, oradan Yenikapı’ya bağlanacak, böylece İstanbul’un her iki yakası birleştirilmiş olacaktı. Yaptırmadılar ve köprünün açılışı 1974 yılına nasip oldu.

Hastaneler derseniz Fatih ve Kanuni devrinden bu yana yapılan en büyük atılımı temsil ediyor ve Urfa’dan Bursa’ya, Erzurum’dan Haydarpaşa Numune’ye kadar uzanan bir modern hastane zincirine Şam Tıbbiyesi ve İstanbul’daki Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane ile teorik bir düzey ekleniyordu. Öte yandan Bakteriyolojihâne-i Osmânî ile ilk bakteriyoloji laboratuvarı kurulurken Adil Mustafa adlı doktorumuz dünyada ilk kez at kanından difteri serumunu tecrübe ediyor ve tarihe bir Osmanlı başarısını altın harflerle yazıyordu (Ne yazık ki Cumhuriyet devrinde bu Osmanlı başarısı da yok sayılacak ve difteri serumu bir Fransıza mal edilecekti!).

Hangi birini sayalım? İmparatorluk çapındaki 310 hastaneyi mi, Türkiye sınırları dâhilinde açılan ilkokuldan üniversiteye 5 bin okulu mu, sadece Anadolu’ya yapılan 3 bin küsur kilometre demiryolunu mu, il ve ilçelerimizin hükümet konaklarını mı, köprüler ve hamamları mı, tebhirhane ve karantinahaneleri mi, geliştirdiği Feshane’yi mi, Zeytinburnu çelik fabrikasını mı, bugün bile eksikliğini hissettiğimiz halde bir türlü gerçekleştiremediğimiz deniz itfaiyesi teşkilatını mı? Hangisini?

Yurt dışı derseniz, Washington’daki Türk Büyükelçiliği binası da bir Abdülhamid Han eseridir, Belarus’un İvy köyünde isminin hürmetle anılması da. Cape Town’da açılan Müslüman Kız Mektebi’nden başlayın, ünlü İngiliz filozofu Bertrand Russell’ın dayısının Müslüman olmasına kadar kat kat ayrıntıyı görmeyi göze almanız gerekir bu büyük Sultan’ın dünyasını aydınlatmak için.

Sultan Abdülhamid döneminde yapılan ve tasarlanan bu büyük hamleler karanlık mahfilleri Hasta Adam’ın yeniden ayağa kalkacağı endişelerine salmıştı. Bu sebepledir ki, bundan 115 yıl önce, 31 Mart komplosuyla kalleşçe tahttan indirilecek ve Selanik’te bir Yahudinin (neden Yahudinin, anlayın!) kiralık köşküne kapatıldıktan sadece 9,5 (dokuz buçuk) yıl sonra Osmanlı Devleti tarihten silinmiş olacaktı!

Düşünün: 33 yıllık koruma mücadelesi nerede, 9,5 yılda imamesi kopmuş tespih gibi dağılan koskoca imparatorluk nerede?

Bu ne görkemli ve ibretamiz bir denklemdir ki, bugün dahi 106 yıl önce ahirete göçmüş bulunan Sultan’ın hayaleti hala birilerinin rüyalarına girip onları yataklarından fırlatabiliyor.

Buna mukabil bizim Büyük Türkiye rüyalarımızdan Sultanımızın mazlum sureti elini eteğini çekmemekte kararlıdır. Çekmesin de zaten. Ona, 2053-2071 güzergâhlı yeni yol haritamızı belirlemek için Emir Sultan misali önümüzde yürüyen bir kandil olarak daima ihtiyacımız olacaktır.

“Postmodern darbe” de denilen e-muhtıranın tam da Sultan Abdülhamid’in tahttan indirildiği gün olan 27 Nisan 2007’de verilmesini tesadüfe bağlıyorsanız “Sultan Abdülhamid şifresi”ni çözmeye dahi başlayamamışsınız demektir.

Bilseniz o girift şifreyi çözebilmek uğruna bu aziz millet on yıllardır sabır çeliğine nice kanlı darbenin tokmağı altında su verdi ve Sultan Abdülhamid’den Cumhurbaşkanı Erdoğan’a ilmiklenebilmek maksadıyla ve yara bere içinde kalmak pahasına nice ateş çemberinden atlamayı göze aldı.

Oysa Sultanımız bir asır önce âb-ı hayat formülümüzü ne güzel bulmuştu:

“Hasta değiliz. Yatağından taşan bir nehre benziyoruz. Yapmamız gereken, nehrin dağılmış kollarını tekrar yatağında toplamaktır. Bizi zinde tutacak yegâne kuvvet, İslamiyettir.”

Velhasıl nihayet aranan kan bulunmuştur. O dehâyı ufkumuzdan uzak tutmak uğruna kiralanmış parazitlerin temizlenmesine gelmiştir sıra. Yaşadığımız hadisenin tarih adesesindeki manzarası budur

 

 

Makale Yorumları

  • müdâfî06-02-2024 00:47

    Abdülhamîd olmak bir yandan Teselya'da Yunanlara Mehter Marşı dinletirken bir yandan da sarayda modern Batı musîkîsi dinletmektir. Doğu ve Batı sentezini bir Fatih edâsıyla yapan Sultan Hamîd, sanıyorum 'benden sonra devleti 10 yıl yönetin 100 yıl yönetmiş sayarım.' derken şaka yapmamıştı. İlminin verdiği basiretle söylediği bu söz, 9.5 yıl sonra akıllara gelivermişti. Abdülhamîd'in Kurtlarla Dansı üçlemesine tâbir-i câizse tuz biber olmuş bir yazıydı. Kaleminize sağlık hocam...

  • Aydanur05-02-2024 23:58

    Abdülhamid Han icraatlarının hülâsası baş döndürüyor.. Bir de teşbihleriniz…Koruduklarını kuluçkaya yatıran İmame kopunca bu aziz milletimiz sabır çeliğine nice kanlı darbenin tokmağı altında su verecek, yara bere içinde kalsa da ateş çemberlerinden geçecekti.. Ah Sultanım, bulduğun âb-ı hayat formülü beni bahtsız torunun Adnan Menderes’e götürdü..Bağdat’taki İmam-ı Âzam türbesine.. Yere çöküp oturmuştu Başvekil, hürmetkâr ve düşünceli. Neyi fark etti biliyor musunuz? “Ölümsüzlüğün yalnız dinden geçtiği”ni.Kaleminiz Berk olsun..Ve Rahmet olsun ecdadının yolundan yürüyenlere..

Yorum Yazın